- Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
- چون به خویش آمد ز غرقاب فنا ** خوش زبان بگشاد در مدح و ثنا
- “En az bahşişi dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne söyleyeyim? Zaten sen gizlileri bilirsin.
- کای کمینه بخششت ملک جهان ** من چه گویم چون تو میدانی نهان
- Ey daima dileğimize penah olan Tanrı! Biz bu sefer de yolu yanıldık.
- ای همیشه حاجت ما را پناه ** بار دیگر ما غلط کردیم راه
- Ama sen “Ben gerçi senin gizlediğin şeyleri bilirim. Fakat sen, yine onları meydana dök” dedin. 60
- لیک گفتی گر چه میدانم سرت ** زود هم پیدا کنش بر ظاهرت
- Padişah, ta can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı.
- چون بر آورد از میان جان خروش ** اندر آمد بحر بخشایش به جوش
- Ağlama esnasında uykuya daldı. Rüyasında bir pir göründü.
- در میان گریه خوابش در ربود ** دید در خواب او که پیری رو نمود
- Dedi ki: “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir.
- گفت ای شه مژده حاجاتت رواست ** گر غریبی آیدت فردا ز ماست
- O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil, çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir.
- چون که آید او حکیمی حاذق است ** صادقش دان که امین و صادق است
- İlâcında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et.” 65
- در علاجش سحر مطلق را ببین ** در مزاجش قدرت حق را ببین
- Vade zamanı gelip gündüz olunca... güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca:
- چون رسید آن وعدهگاه و روز شد ** آفتاب از شرق، اختر سوز شد
- Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu.
- بود اندر منظره شه منتظر ** تا ببیند آن چه بنمودند سر
- Bir de gördü ki, faziletli, fevkalâde hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş;
- دید شخصی فاضلی پر مایهای ** آفتابی در میان سایهای
- Uzaktan hilâl gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.
- میرسید از دور مانند هلال ** نیست بود و هست بر شکل خیال
- Ruhumuzda da hayal, yok gibidir. Sen bütün bir cihanı hayal üzere yürür gör! 70
- نیست وش باشد خیال اندر روان ** تو جهانی بر خیالی بین روان
- Onların başları da, savaşları da hayale müstenittir. Öğünmeleri de, utanmaları da bir hayalden ötürüdür.
- بر خیالی صلحشان و جنگشان ** وز خیالی فخرشان و ننگشان
- Evliyanın tuzağı olan o hayaller, Tanrı bahçelerindeki ay çehrelilerin akisleridir.
- آن خیالاتی که دام اولیاست ** عکس مه رویان بستان خداست
- Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pîrin çehresinde görünüp duruyordu.
- آن خیالی که شه اندر خواب دید ** در رخ مهمان همیآمد پدید
- Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı.
- شه به جای حاجبان واپیش رفت ** پیش آن مهمان غیب خویش رفت
- Her ikisi de âşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı. 75
- هر دو بحری آشنا آموخته ** هر دو جان بیدوختن بر دوخته
- Padişah: “Benim asıl sevgilim sensin, o değil. Fakat dünyada iş işten çıkar.
- گفت معشوقم تو بوده ستی نه آن ** لیک کار از کار خیزد در جهان
- Ey aziz, sen bana Mustafa’sın. Ben de sana Ömer gibiyim. Senin hizmetin uğrunda belime gayret kemerini bağladım” dedi.
- ای مرا تو مصطفی من چون عمر ** از برای خدمتت بندم کمر
- Muvaffakıyetler verici Ulu Tanrı’dan muvaffakıyet ve bütün ahvalde edebe riayet dileyiş, edepsizlik ve terbiyesizliğin pek fena zararları
- از خداوند ولی التوفیق در خواستن توفیق رعایت ادب در همه حالها و بیان کردن وخامت ضررهای بیادبی
- Tanrı’dan edebe muvaffak olmayı dileyelim. Edebi olmayan kimse Tanrı’nın lütfundan mahrumdur.
- از خدا جوییم توفیق ادب ** بیادب محروم گشت از لطف رب
- Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
- بیادب تنها نه خود را داشت بد ** بلکه آتش در همه آفاق زد
- Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu. 80
- مایده از آسمان در میرسید ** بیشری و بیع و بیگفت و شنید
- Mûsâ kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “hani sarımsak, mercimek” dediler.
- در میان قوم موسی چند کس ** بیادب گفتند کو سیر و عدس
- Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, ortak sallama kaldı.
- منقطع شد خوان و نان از آسمان ** ماند رنج زرع و بیل و داسمان
- Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.
- باز عیسی چون شفاعت کرد، حق ** خوان فرستاد و غنیمت بر طبق
- Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.
- باز گستاخان ادب بگذاشتند ** چون گدایان زلهها برداشتند
- İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz. 85
- لابه کرده عیسی ایشان را که این ** دایم است و کم نگردد از زمین
- Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür” dedi.
- بد گمانی کردن و حرص آوری ** کفر باشد پیش خوان مهتری
- O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı.
- ز ان گدا رویان نادیده ز آز ** آن در رحمت بر ایشان شد فراز
- Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan dolayı da etrafa veba yayılır.
- ابر برناید پی منع زکات ** وز زنا افتد وبا اندر جهات
- İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.
- هر چه بر تو آید از ظلمات و غم ** آن ز بیباکی و گستاخی است هم
- Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur. 90
- هر که بیباکی کند در راه دوست ** ره زن مردان شد و نامرد اوست
- Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır.
- از ادب پر نور گشته است این فلک ** وز ادب معصوم و پاک آمد ملک
- Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.
- بد ز گستاخی کسوف آفتاب ** شد عزازیلی ز جرات رد باب
- Padişahın, kendisine rüyada gösterilen veli ile görüşmesi
- ملاقات پادشاه با آن ولی که در خوابش نمودند
- Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti.
- دست بگشاد و کنارانش گرفت ** همچو عشق اندر دل و جانش گرفت
- Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.
- دست و پیشانیش بوسیدن گرفت ** وز مقام و راه پرسیدن گرفت
- Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihayet sabırla bir define buldum. 95
- پرس پرسان میکشیدش تا به صدر ** گفت گنجی یافتم آخر به صبر
- Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır” sözünün manası,
- گفت ای نور حق و دفع حرج ** معنی الصبر مفتاح الفرج
- Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.
- ای لقای تو جواب هر سؤال ** مشکل از تو حل شود بیقیل و قال
- Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elinitutan sensin.
- ترجمانی هر چه ما را در دل است ** دست گیری هر که پایش در گل است
- Ey seçilmiş, ey Tanrı’dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.
- مرحبا یا مجتبی یا مرتضی ** إن تغب جاء القضاء ضاق الفضا
- Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse...” 100
- أنت مولی القوم من لا یشتهی ** قد ردی کلا لئن لم ینته
- Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi
- بردن پادشاه آن طبیب را بر سر بیمار تا حال او را ببیند
- O ağırlama, o hal hatır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.
- چون گذشت آن مجلس و خوان کرم ** دست او بگرفت و برد اندر حرم
- Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.
- قصهی رنجور و رنجوری بخواند ** بعد از آن در پیش رنجورش نشاند
- Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının ârazını ve sebeplerini de dinledi.
- رنگ رو و نبض و قاروره بدید ** هم علاماتش هم اسبابش شنید
- Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler.
- گفت هر دارو که ایشان کردهاند ** آن عمارت نیست ویران کردهاند
- Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.” 105
- بیخبر بودند از حال درون ** أستعیذ الله مما یفترون
- Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.
- دید رنج و کشف شد بر وی نهفت ** لیک پنهان کرد و با سلطان نگفت