- Edebi olmayan yalnız kendine kötülük etmiş olmaz. Belki bütün dünyayı ateşe vermiş olur.
- بیادب تنها نه خود را داشت بد ** بلکه آتش در همه آفاق زد
- Alışverişsiz, dedikodusuz Tanrı sofrası gökten iniyordu. 80
- مایده از آسمان در میرسید ** بیشری و بیع و بیگفت و شنید
- Mûsâ kavmi içinde birkaç kimse terbiyesizce “hani sarımsak, mercimek” dediler.
- در میان قوم موسی چند کس ** بیادب گفتند کو سیر و عدس
- Ondan sonra gökyüzünün sofrası, ekmeği kesildi; ekme, bel belleme, ortak sallama kaldı.
- منقطع شد خوان و نان از آسمان ** ماند رنج زرع و بیل و داسمان
- Sonra İsa şefaat edince Hak, yemek sofrası ve tabaklarla ganimetler gönderdi.
- باز عیسی چون شفاعت کرد، حق ** خوان فرستاد و غنیمت بر طبق
- Yine küstahlar edebi terk ederek sofradan yemek artığını aşırdılar.
- باز گستاخان ادب بگذاشتند ** چون گدایان زلهها برداشتند
- İsa bunlara yalvardı. “Bu devamlıdır, yeryüzünden kalkmaz. 85
- لابه کرده عیسی ایشان را که این ** دایم است و کم نگردد از زمین
- Bir ulu kişinin sofrası başında kötü zanna düşmek ve harislik etmek küfürdür” dedi.
- بد گمانی کردن و حرص آوری ** کفر باشد پیش خوان مهتری
- O rahmet kapısı, hırslarından dolayı bu görmedik dilencilerin yüzlerine kapandı.
- ز ان گدا رویان نادیده ز آز ** آن در رحمت بر ایشان شد فراز
- Zekât verilmeyince yağmur bulutu gelmez, zinadan dolayı da etrafa veba yayılır.
- ابر برناید پی منع زکات ** وز زنا افتد وبا اندر جهات
- İçine kasavetten, gussadan ne gelirse korkusuzluktan ve küstahlıktan gelir.
- هر چه بر تو آید از ظلمات و غم ** آن ز بیباکی و گستاخی است هم
- Kim dost yolunda pervasızlık ederse erlerin yolunu vurucudur, namert odur. 90
- هر که بیباکی کند در راه دوست ** ره زن مردان شد و نامرد اوست
- Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur: Yine edepten dolayı melekler mâsum ve tertemiz olmuşlardır.
- از ادب پر نور گشته است این فلک ** وز ادب معصوم و پاک آمد ملک
- Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür.
- بد ز گستاخی کسوف آفتاب ** شد عزازیلی ز جرات رد باب
- Padişahın, kendisine rüyada gösterilen veli ile görüşmesi
- ملاقات پادشاه با آن ولی که در خوابش نمودند
- Kollarını açıp onu kucakladı, aşk gibi gönlüne aldı, canının için çekti.
- دست بگشاد و کنارانش گرفت ** همچو عشق اندر دل و جانش گرفت
- Elini, alnını öpmeğe, oturduğu yeri, geldiği yolu sormaya başladı.
- دست و پیشانیش بوسیدن گرفت ** وز مقام و راه پرسیدن گرفت
- Sora sora odanın başköşesine kadar çekti ve dedi ki: “Nihayet sabırla bir define buldum. 95
- پرس پرسان میکشیدش تا به صدر ** گفت گنجی یافتم آخر به صبر
- Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden nişliğin anahtarıdır” sözünün manası,
- گفت ای نور حق و دفع حرج ** معنی الصبر مفتاح الفرج
- Ey vuslatı, her sualin cevabı! Senin yüzünden müşkül, konuşmaksızın, dedikodusuz hallolur gider.
- ای لقای تو جواب هر سؤال ** مشکل از تو حل شود بیقیل و قال
- Sen, gönlümüzde, onların tercümanısın, her ayağı çamura batanın elinitutan sensin.
- ترجمانی هر چه ما را در دل است ** دست گیری هر که پایش در گل است
- Ey seçilmiş, ey Tanrı’dan razı olmuş ve Tanrı rızasını kazanmış kişi, merhaba! Sen kaybolursan hemen kaza gelir, feza daralır.
- مرحبا یا مجتبی یا مرتضی ** إن تغب جاء القضاء ضاق الفضا
- Sen, kavmin ulususun, sana müştak olmayan, seni arzulamayan bayağılaşmıştır. Bundan vazgeçmezse...” 100
- أنت مولی القوم من لا یشتهی ** قد ردی کلا لئن لم ینته
- Padişahın hastayı görmek üzere hekimi götürmesi
- بردن پادشاه آن طبیب را بر سر بیمار تا حال او را ببیند
- O ağırlama, o hal hatır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.
- چون گذشت آن مجلس و خوان کرم ** دست او بگرفت و برد اندر حرم
- Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü.
- قصهی رنجور و رنجوری بخواند ** بعد از آن در پیش رنجورش نشاند
- Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının ârazını ve sebeplerini de dinledi.
- رنگ رو و نبض و قاروره بدید ** هم علاماتش هم اسبابش شنید
- Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler.
- گفت هر دارو که ایشان کردهاند ** آن عمارت نیست ویران کردهاند
- Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.” 105
- بیخبر بودند از حال درون ** أستعیذ الله مما یفترون
- Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.
- دید رنج و کشف شد بر وی نهفت ** لیک پنهان کرد و با سلطان نگفت
- Hastalığı safra ve sevdadan değildi. Her odunun kokusu, dumanından meydana çıkar.
- رنجش از صفرا و از سودا نبود ** بوی هر هیزم پدید آید ز دود
- İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönle tutulmuştur.
- دید از زاریش کو زار دل است ** تن خوش است و او گرفتار دل است
- Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir.
- عاشقی پیداست از زاری دل ** نیست بیماری چو بیماری دل
- Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır. Aşk, Tanrı sırlarının usturlâbıdır. 110
- علت عاشق ز علتها جداست ** عشق اصطرلاب اسرار خداست
- Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten... Akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur.
- عاشقی گر زین سر و گر ز ان سر است ** عاقبت ما را بدان سر رهبر است
- Aşkı şerh etmek ve anlatmak için ne söylersem söyleyeyim... Asıl aşka gelince o sözlerden mahcup olurum.
- هر چه گویم عشق را شرح و بیان ** چون به عشق آیم خجل گردم از آن
- Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır.
- گر چه تفسیر زبان روشنگر است ** لیک عشق بیزبان روشنتر است
- Çünkü kalem, yazmada koşup durmaktadır, ama aşk bahsine gelince; çatlar, âciz kalır.
- چون قلم اندر نوشتن میشتافت ** چون به عشق آمد قلم بر خود شکافت
- Aşkın şerhinde akıl, çamura saplanmış eşek gibi yattı kaldı. Aşkı, âşıklığı yine aşk şerh etti. 115
- عقل در شرحش چو خر در گل بخفت ** شرح عشق و عاشقی هم عشق گفت
- Güneşin vücuduna delil, yine güneştir. Sana delil lâzımsa güneşten yüz çevirme.
- آفتاب آمد دلیل آفتاب ** گر دلیلت باید از وی رو متاب
- Gerçi gölgede güneşin varlığından bir nişan verir, fakat asıl güneş her an can nuru bahşeyler.
- از وی ار سایه نشانی میدهد ** شمس هر دم نور جانی میدهد
- Gölge sana gece misali gibi uyku getirir. Ama güneş doğuverince ay yarılır (nuru görünmez olur).
- سایه خواب آرد ترا همچون سمر ** چون بر آید شمس انشق القمر
- Zaten cihanda güneş gibi misli bulunmaz bir şey yoktur. Baki olan can güneşi öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez.
- خود غریبی در جهان چون شمس نیست ** شمس جان باقیی کش امس نیست
- Güneş, gerçi tektir, fakat onun mislini tasvir etmek mümkündür. 120
- شمس در خارج اگر چه هست فرد ** میتوان هم مثل او تصویر کرد
- Ama kendisinden esîr var olan güneş, öyle bir güneştir ki, ona zihinde de, dışarda da benzer olamaz.
- شمس جان کاو خارج آمد از اثیر ** نبودش در ذهن و در خارج نظیر
- Nerede tasavvurda onun sığacağı bir yer ki misli tasvir edilebilsin!
- در تصور ذات او را گنج کو ** تا در آید در تصور مثل او
- Şemseddin’in sözü gelince dördüncü kat göğün güneşi başını çekti, gizlendi.
- چون حدیث روی شمس الدین رسید ** شمس چارم آسمان سر در کشید
- Onun adı anılınca ihsanlarından bir remzi anlatmak vacip oldu.
- واجب آید چون که آمد نام او ** شرح کردن رمزی از انعام او
- Can, şu anda eteğimi çekiyor. Yusuf’un gömleğinden koku almış! 125
- این نفس جان دامنم بر تافته ست ** بوی پیراهان یوسف یافته ست
- “Yıllarca süren sohbet hakkı için o güzel hallerden tekrar bir hali söyle, anlat.
- از برای حق صحبت سالها ** باز گو حالی از آن خوش حالها
- Ki yer, gök gülsün, sevinsin. Akıl, ruh ve göz de yüz derece daha fazla sevince, neşeye dalsın” (diyor).
- تا زمین و آسمان خندان شود ** عقل و روح و دیده صد چندان شود
- “Beni külfete sokma, çünkü ben şimdi yokluktayım. Zihnim durakladı, onu övmekten âcizim.
- لا تکلفنی فإنی فی الفنا ** کلت أفهامی فلا أحصی ثنا