- Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın.
- از لقای هر کسی چیزی خوری ** و ز قران هر قرین چیزی بری
- Yıldız, yıldızla kırân etti mi mutlaka her ikisine uygun bir şey doğar.
- چون ستاره با ستاره شد قرین ** لایق هر دو اثر زاید یقین
- Erkekle kadının buluşmasından çocuk doğduğu gibi, taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana gelir.
- چون قران مرد و زن زاید بشر ** وز قران سنگ و آهن شد شرر
- Toprağın, yağmurla kırânı, meyveleri, yeşillikleri, çiçekleri bitirir.
- و ز قران خاک با بارانها ** میوهها و سبزه و ریحانها
- İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır, gamı gider, neşelenir. 1095
- و ز قران سبزهها با آدمی ** دل خوشی و بیغمی و خرمی
- Canımız neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar.
- وز قران خرمی با جان ما ** میبزاید خوبی و احسان ما
- Güzelce, dilediğimiz gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır, iştahımız artar.
- قابل خوردن شود اجسام ما ** چون بر آید از تفرج کام ما
- Rengin kızarması karanlıktandır. Kan da hoş ve gül renkli güneştendir.
- سرخ رویی از قران خون بود ** خون ز خورشید خوش گلگون بود
- Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O renk de güneştendir, güneşten meydana gelir.
- بهترین رنگها سرخی بود ** و آن ز خورشید است و از وی میرسد
- Zuhale karîn olan her yer çoraklaşır, oraya ekin ekilemez. 1100
- هر زمینی کان قرین شد با زحل ** شوره گشت و کشت را نبود محل
- Bir şeyin bir şeyle birleşmesi, kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytan’ın münafıkla birleşmesi gibi.
- قوت اندر فعل آید ز اتفاق ** چون قران دیو با اهل نفاق
- Bu manalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz dereceler, mekânsız yücelikler vardır.
- این معانی راست از چرخ نهم ** بیهمه طاق و طرم طاق و طرم
- Halkın makamı, derecesi ariyettir. Fakat Emir Âlemi olan Melekût diyarının makam ve derecesi aslidir.
- خلق را طاق و طرم عاریت است ** امر را طاق و طرم ماهیت است
- Hâlbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır, bayağı hallere düşer, yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır, hoşlanır!
- از پی طاق و طرم خواری کشند ** بر امید عز در خواری خوشند
- On günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar. 1105
- بر امید عز ده روزهی خدوک ** گردن خود کردهاند از غم چو دوک
- Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikten aydın güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?
- چون نمیآیند اینجا که منم ** کاندر این عز آفتاب روشنم
- Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır!
- مشرق خورشید برج قیرگون ** آفتاب ما ز مشرقها برون
- Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Hâlbuki zatı ne doğar, ne dolunur!
- مشرق او نسبت ذرات او ** نه بر آمد نه فرو شد ذات او
- Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz.
- ما که واپس ماند ذرات ویایم ** در دو عالم آفتابی بیفیایم
- Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şems’in etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep de yine Şems’in ışığı, aydınlığı! 1110
- باز گرد شمس میگردم عجب ** هم ز فر شمس باشد این سبب
- Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede, hem de sebepler, vesileler ona erişememekte!
- شمس باشد بر سببها مطلع ** هم از او حبل سببها منقطع
- Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şems’ten. Buna inanır mısınız?
- صد هزاران بار ببریدم امید ** از که از شمس این شما باور کنید
- Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın!
- تو مرا باور مکن کز آفتاب ** صبر دارم من و یا ماهی ز آب
- Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğimde güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan!
- ور شوم نومید نومیدی من ** عین صنع آفتاب است ای حسن
- Sanat, nasıl olur da sanatkârdan ayrılır? Hiç var olan, varlıktan başka bir yerde otlar mı? 1115
- عین صنع از نفس صانع چون برد ** هیچ هست از غیر هستی چون چرد
- Bütün varlıklar bu bahçede yayılır. İster Burak olsun, ister Arap atları, ister eşek!
- جمله هستیها از این روضه چرند ** گر براق و تازیان ور خود خرند
- Fakat bu hareketlerin bu denizden olduğunu görmeyen, her an yeni bir mihraba yüz çevirir.
- و انکه گردشها از آن دریا ندید ** هر دم آرد رو به صحرایی جدید
- O, tatlı denizden acı su içe, içe nihayet o acı su, gözünü kör etmiştir.
- او ز بحر عذب آب شور خورد ** تا که آب شور او را کور کرد
- Deniz “ Ey kör, benden sağ elinle su iç de gözün açılsın” der.
- بحر میگوید به دست راست خور ** ز آب من ای کور تا یابی بصر
- Burada sağ el, hüsnü zandır. Çünkü iyinin, kötünün nereden geldiğini hüsnü zan bilir. 1120
- هست دست راست اینجا ظن راست ** کاو بداند نیک و بد را کز کجاست
- Ey mızrak, seni bir döndüren var. O yüzden bazen dümdüz dikilmekte, bazen iki kat olmuş gibi eğilmektesin.
- نیزه گردانی است ای نیزه که تو ** راست میگردی گهی گاهی دو تو
- Şemsettin’in aşkıyla tırnağımız yok ki. Yoksa bu körün güzünü açardık!
- ما ز عشق شمس دین بیناخنیم ** ور نه ما آن کور را بینا کنیم
- Ey Hak ziyası Hüsâmettin; sen hasetçinin gözünün körlüğüne rağmen hemen yürü, onun illetini tedavi et!
- هان ضیاء الحق حسام الدین تو زود ** داروش کن کوری چشم حسود
- Senin ilâcın çabucak tesir eden ululuk tutyası, eseri mutlaka görülen karanlıklar dağıtıcı bir ilâçtır.
- توتیای کبریای تیز فعل ** داروی ظلمت کش استیز فعل
- O ilâç, bir körün gözüne konsa yüzyıllık zulmeti derhal giderir. 1125
- آن که گر بر چشم اعمی بر زند ** ظلمت صد ساله را زو بر کند
- Hasetçiden başka bütün körleri tedavi et! Fakat seni inkâr eden hasetçiyi tedavi etmek.
- جمله کوران را دوا کن جز حسود ** کز حسودی بر تو میآرد جحود
- Hatta sana haset eden ben bile olsam, bırak, can çekişip durayım, sakın can bağışlama.
- مر حسودت را اگر چه آن منم ** جان مده تا همچنین جان میکنم
- Güneşe haset eden, güneşin varlığından incinen kişi yok mu?
- آن که او باشد حسود آفتاب ** و انکه میرنجد ز بود آفتاب
- Ah, işte sana devası olmayan illet. O adam kördür, kör! İşte sana ebediyen kuyunun ta dibine düşmüş kalmış bir kişi!
- اینت درد بیدوا کاو راست آه ** اینت افتاده ابد در قعر چاه
- O ezeli güneşi yok etmek ister, fakat söyle, bu muradı nasıl olur da yerine gelir, imkân var mı? 1130
- نفی خورشید ازل بایست او ** کی بر آید این مراد او بگو
- Doğan’ın viranede baykuşlar içine düşmesi
- .
- Doğan diye, dönüp tekrar padişaha gelen doğana derler. Yolunu kaybeden kör doğandır.
- باز آن باشد که باز آید به شاه ** باز کور است آن که شد گم کرده راه
- Bir doğan, yolunu kaybetti, bir viraneye düştü, Baykuşların arasında kaldı.
- راه را گم کرد و در ویران فتاد ** باز در ویران بر جغدان فتاد
- O rıza nurundandı, baştanbaşa nurdu; fakat kaza ve kader çavuşu, gözünü kör etti;
- او همه نور است از نور رضا ** لیک کورش کرد سرهنگ قضا
- Gözüne toprak saçtı, onu yoldan sapıttı, viranede baykuşlar arasına uğrattı.
- خاک در چشمش زد و از راه برد ** در میان جغد و ویرانش سپرد
- Padişahtan ayrı düşmesi şöyle dursun, baykuşlar, başına vurmağa, güzelim kanatlarını yolmaya başladılar. 1135
- بر سری جغدانش بر سر میزنند ** پر و بال نازنینش میکنند
- Baykuşlar arasına “Kendinize gelin; doğan yerinizi, yurdunuzu almaya geldi” diye bir velveledir düştü.
- ولوله افتاد در جغدان که ها ** باز آمد تا بگیرد جای ما
- Mahalle köpekleri gibi hepsi de kızgın, korkunç bir halde garip doğanın başına üşüşüp hırkasını çekiştirmeye başladılar.
- چون سگان کوی پر خشم و مهیب ** اندر افتادند در دلق غریب
- Doğan, “Ben baykuşlara lâyık mıyım? Baykuşlara bunun gibi yüzlerce virane bağışladım.
- باز گوید من چه در خوردم به جغد ** صد چنین ویران فدا کردم به جغد
- Ben burada kalmak istemem, padişaha dönmek isterim.
- من نخواهم بود اینجا میروم ** سوی شاهنشاه راجع میشوم
- Tasalanıp kendinize kıymayın. Ben burada durmam vatanıma giderim. 1140
- خویشتن مکشید ای جغدان که من ** نه مقیمم میروم سوی وطن