English    Türkçe    فارسی   

2
1093-1142

  • Erkekle kadının buluşmasından çocuk doğduğu gibi, taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana gelir.
  • چون قران مرد و زن زاید بشر ** وز قران سنگ و آهن شد شرر
  • Toprağın, yağmurla kırânı, meyveleri, yeşillikleri, çiçekleri bitirir.
  • و ز قران خاک با بارانها ** میوه‏ها و سبزه و ریحانها
  • İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır, gamı gider, neşelenir. 1095
  • و ز قران سبزه‏ها با آدمی ** دل خوشی و بی‏غمی و خرمی‏
  • Canımız neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar.
  • وز قران خرمی با جان ما ** می‏بزاید خوبی و احسان ما
  • Güzelce, dilediğimiz gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır, iştahımız artar.
  • قابل خوردن شود اجسام ما ** چون بر آید از تفرج کام ما
  • Rengin kızarması karanlıktandır. Kan da hoş ve gül renkli güneştendir.
  • سرخ رویی از قران خون بود ** خون ز خورشید خوش گلگون بود
  • Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O renk de güneştendir, güneşten meydana gelir.
  • بهترین رنگها سرخی بود ** و آن ز خورشید است و از وی می‏رسد
  • Zuhale karîn olan her yer çoraklaşır, oraya ekin ekilemez. 1100
  • هر زمینی کان قرین شد با زحل ** شوره گشت و کشت را نبود محل‏
  • Bir şeyin bir şeyle birleşmesi, kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytan’ın münafıkla birleşmesi gibi.
  • قوت اندر فعل آید ز اتفاق ** چون قران دیو با اهل نفاق‏
  • Bu manalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz dereceler, mekânsız yücelikler vardır.
  • این معانی راست از چرخ نهم ** بی‏همه طاق و طرم طاق و طرم‏
  • Halkın makamı, derecesi ariyettir. Fakat Emir Âlemi olan Melekût diyarının makam ve derecesi aslidir.
  • خلق را طاق و طرم عاریت است ** امر را طاق و طرم ماهیت است‏
  • Hâlbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır, bayağı hallere düşer, yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır, hoşlanır!
  • از پی طاق و طرم خواری کشند ** بر امید عز در خواری خوشند
  • On günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar. 1105
  • بر امید عز ده روزه‏ی خدوک ** گردن خود کرده‏اند از غم چو دوک‏
  • Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikten aydın güneş olduğum mekâna gelmiyorlar?
  • چون نمی‏آیند اینجا که منم ** کاندر این عز آفتاب روشنم‏
  • Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır!
  • مشرق خورشید برج قیرگون ** آفتاب ما ز مشرقها برون‏
  • Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Hâlbuki zatı ne doğar, ne dolunur!
  • مشرق او نسبت ذرات او ** نه بر آمد نه فرو شد ذات او
  • Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz.
  • ما که واپس ماند ذرات وی‏ایم ** در دو عالم آفتابی بی‏فی‏ایم‏
  • Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şems’in etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep de yine Şems’in ışığı, aydınlığı! 1110
  • باز گرد شمس می‏گردم عجب ** هم ز فر شمس باشد این سبب‏
  • Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede, hem de sebepler, vesileler ona erişememekte!
  • شمس باشد بر سببها مطلع ** هم از او حبل سببها منقطع‏
  • Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şems’ten. Buna inanır mısınız?
  • صد هزاران بار ببریدم امید ** از که از شمس این شما باور کنید
  • Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın!
  • تو مرا باور مکن کز آفتاب ** صبر دارم من و یا ماهی ز آب‏
  • Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğimde güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan!
  • ور شوم نومید نومیدی من ** عین صنع آفتاب است ای حسن‏
  • Sanat, nasıl olur da sanatkârdan ayrılır? Hiç var olan, varlıktan başka bir yerde otlar mı? 1115
  • عین صنع از نفس صانع چون برد ** هیچ هست از غیر هستی چون چرد
  • Bütün varlıklar bu bahçede yayılır. İster Burak olsun, ister Arap atları, ister eşek!
  • جمله هستیها از این روضه چرند ** گر براق و تازیان ور خود خرند
  • Fakat bu hareketlerin bu denizden olduğunu görmeyen, her an yeni bir mihraba yüz çevirir.
  • و انکه گردشها از آن دریا ندید ** هر دم آرد رو به صحرایی جدید
  • O, tatlı denizden acı su içe, içe nihayet o acı su, gözünü kör etmiştir.
  • او ز بحر عذب آب شور خورد ** تا که آب شور او را کور کرد
  • Deniz “ Ey kör, benden sağ elinle su iç de gözün açılsın” der.
  • بحر می‏گوید به دست راست خور ** ز آب من ای کور تا یابی بصر
  • Burada sağ el, hüsnü zandır. Çünkü iyinin, kötünün nereden geldiğini hüsnü zan bilir. 1120
  • هست دست راست اینجا ظن راست ** کاو بداند نیک و بد را کز کجاست‏
  • Ey mızrak, seni bir döndüren var. O yüzden bazen dümdüz dikilmekte, bazen iki kat olmuş gibi eğilmektesin.
  • نیزه گردانی است ای نیزه که تو ** راست می‏گردی گهی گاهی دو تو
  • Şemsettin’in aşkıyla tırnağımız yok ki. Yoksa bu körün güzünü açardık!
  • ما ز عشق شمس دین بی‏ناخنیم ** ور نه ما آن کور را بینا کنیم‏
  • Ey Hak ziyası Hüsâmettin; sen hasetçinin gözünün körlüğüne rağmen hemen yürü, onun illetini tedavi et!
  • هان ضیاء الحق حسام الدین تو زود ** داروش کن کوری چشم حسود
  • Senin ilâcın çabucak tesir eden ululuk tutyası, eseri mutlaka görülen karanlıklar dağıtıcı bir ilâçtır.
  • توتیای کبریای تیز فعل ** داروی ظلمت کش استیز فعل‏
  • O ilâç, bir körün gözüne konsa yüzyıllık zulmeti derhal giderir. 1125
  • آن که گر بر چشم اعمی بر زند ** ظلمت صد ساله را زو بر کند
  • Hasetçiden başka bütün körleri tedavi et! Fakat seni inkâr eden hasetçiyi tedavi etmek.
  • جمله کوران را دوا کن جز حسود ** کز حسودی بر تو می‏آرد جحود
  • Hatta sana haset eden ben bile olsam, bırak, can çekişip durayım, sakın can bağışlama.
  • مر حسودت را اگر چه آن منم ** جان مده تا همچنین جان می‏کنم‏
  • Güneşe haset eden, güneşin varlığından incinen kişi yok mu?
  • آن که او باشد حسود آفتاب ** و انکه می‏رنجد ز بود آفتاب‏
  • Ah, işte sana devası olmayan illet. O adam kördür, kör! İşte sana ebediyen kuyunun ta dibine düşmüş kalmış bir kişi!
  • اینت درد بی‏دوا کاو راست آه ** اینت افتاده ابد در قعر چاه‏
  • O ezeli güneşi yok etmek ister, fakat söyle, bu muradı nasıl olur da yerine gelir, imkân var mı? 1130
  • نفی خورشید ازل بایست او ** کی بر آید این مراد او بگو
  • Doğan’ın viranede baykuşlar içine düşmesi
  • .
  • Doğan diye, dönüp tekrar padişaha gelen doğana derler. Yolunu kaybeden kör doğandır.
  • باز آن باشد که باز آید به شاه ** باز کور است آن که شد گم کرده راه‏
  • Bir doğan, yolunu kaybetti, bir viraneye düştü, Baykuşların arasında kaldı.
  • راه را گم کرد و در ویران فتاد ** باز در ویران بر جغدان فتاد
  • O rıza nurundandı, baştanbaşa nurdu; fakat kaza ve kader çavuşu, gözünü kör etti;
  • او همه نور است از نور رضا ** لیک کورش کرد سرهنگ قضا
  • Gözüne toprak saçtı, onu yoldan sapıttı, viranede baykuşlar arasına uğrattı.
  • خاک در چشمش زد و از راه برد ** در میان جغد و ویرانش سپرد
  • Padişahtan ayrı düşmesi şöyle dursun, baykuşlar, başına vurmağa, güzelim kanatlarını yolmaya başladılar. 1135
  • بر سری جغدانش بر سر می‏زنند ** پر و بال نازنینش می‏کنند
  • Baykuşlar arasına “Kendinize gelin; doğan yerinizi, yurdunuzu almaya geldi” diye bir velveledir düştü.
  • ولوله افتاد در جغدان که ها ** باز آمد تا بگیرد جای ما
  • Mahalle köpekleri gibi hepsi de kızgın, korkunç bir halde garip doğanın başına üşüşüp hırkasını çekiştirmeye başladılar.
  • چون سگان کوی پر خشم و مهیب ** اندر افتادند در دلق غریب‏
  • Doğan, “Ben baykuşlara lâyık mıyım? Baykuşlara bunun gibi yüzlerce virane bağışladım.
  • باز گوید من چه در خوردم به جغد ** صد چنین ویران فدا کردم به جغد
  • Ben burada kalmak istemem, padişaha dönmek isterim.
  • من نخواهم بود اینجا می‏روم ** سوی شاهنشاه راجع می‏شوم‏
  • Tasalanıp kendinize kıymayın. Ben burada durmam vatanıma giderim. 1140
  • خویشتن مکشید ای جغدان که من ** نه مقیمم می‏روم سوی وطن‏
  • Bu harabe, sizin gözünüze hoş bir yer görünüyor, bana değil. Benim naz ettiğim yer, padişahın koludur” diyordu.
  • این خراب آباد در چشم شماست ** ور نه ما را ساعد شه باز جاست‏
  • Baykuş ise “ Doğan sizi evinizden, barkınızdan etmek için hileye sapıyor.
  • جغد گفتا باز حیلت می‏کند ** تا ز خان و مان شما را بر کند