- O hayran âşığın izini izledi, çöldeki otların tozunu silkti.
- بر نشان پای آن سر گشته راند ** گرد از پردهی بیابان بر فشاند
- Âşık ve hayran adamların ayak izleri, başkalarının izlerinden ayrılır, hemen belli olur.
- گام پای مردم شوریده خود ** هم ز گام دیگران پیدا بود
- Âşık, Ruh gibi bir ayağını yukardan aşağıya atar; bir ayağını fil gibi eğri büğrü basar. 1780
- یک قدم چون رخ ز بالا تا نشیب ** یک قدم چون پیل رفته بر وریب
- Bazen bir dalga gibi bayrak diker, yücelir. Bazen balık gibi suyun içinde gider, görünmez.
- گاه چون موجی بر افرازان علم ** گاه چون ماهی روانه بر شکم
- Bazen de remilcinin remil dökmesi gibi ahvalini toprak üstüne yazar.
- گاه بر خاکی نبشته حال خود ** همچو رمالی که رملی بر زند
- Musa nihayet onu bulup gördü. Dedi ki: “Müjdemi ver! Allah’tan izin geldi.
- عاقبت دریافت او را و بدید ** گفت مژده ده که دستوری رسید
- Hiçbir sebep ve tertip yolu arama; daralan gönlün ne isterse onu söyle!
- هیچ آدابی و ترتیبی مجو ** هر چه میخواهد دل تنگت بگو
- Senin küfrün, din, dinin can nuru. Sen emniyete erişmişsin; bütün bir cihan da senin yüzünden amanda. 1785
- کفر تو دین است و دینت نور جان ** ایمنی و ز تو جهانی در امان
- Ey “Allah dilediğini yapar” sırrına erişip o sırla her şeyden affedilmiş olan kişi; pervasızca yürü, dilini aç!
- ای معاف یفعل الله ما یشاء ** بیمحابا رو زبان را بر گشا
- Çoban “ Ey Musa, ben o halde, o sözden geçtim. Şimdi kendi gönlümün kanına bulandım.
- گفت ای موسی از آن بگذشتهام ** من کنون در خون دل آغشتهام
- Ben Sidret-ül Müntehâ’dan da aşmış, oradan bile yüz binlerce yıl öte gitmişim.
- من ز سدرهی منتهی بگذشتهام ** صد هزاران ساله ز آن سو رفتهام
- Sen bir kamçı vurdun, atım şahlanıp sıçradı, kâinatı aştı.
- تازیانه بر زدی اسبم بگشت ** گنبدی کرد و ز گردون بر گذشت
- Nâsutumuzun mahremi Lâhut’u olsun artık. Aferin eline koluna! 1790
- محرم ناسوت ما لاهوت باد ** آفرین بر دست و بر بازوت باد
- Şimdi benim halim, söze sığmaz. Zaten bu söylediğim de benim ahvalim değil.
- حال من اکنون برون از گفتن است ** این چه میگویم نه احوال من است
- Ayna da bir suret görürsün ya. Fakat o senin suretindir, aynanın değil.
- نقش میبینی که در آیینهای است ** نقش تست آن نقش آن آیینه نیست
- Neyzen, ney üfler. Fakat bu nefes ve bu nefesten çıkan ses, neyin midir, neyzenin mi.. Bu ses, neyin harcı mı, neyzenin harcı mı?” dedi.
- دم که مرد نایی اندر نای کرد ** در خور نای است نه در خورد مرد
- Kendine gel, kendine! Allah’ı övsen de bu övüşünü, çobanın lâyık olmayan övüşü gibi bil, öyle tanı.
- هان و هان گر حمد گویی گر سپاس ** همچو نافرجام آن چوپان شناس
- Senin övüşün, çobanın övüşüne nispetle daha iyidir. Ama Allah’a nispetle onun da değeri yok, onun da sonu gelmez. 1795
- حمد تو نسبت بدان گر بهتر است ** لیک آن نسبت به حق هم ابتر است
- Ne vakte dek ben Allah’a hamlederim deyip duracaksın? Perde kaldırılınca oldu sanılan nice şeylerin olmamış bulunduğu meydana çıkar.
- چند گویی چون غطا برداشتند ** کاین نبوده ست آن که میپنداشتند
- Allah’ı anışımın makul olması Allah rahmetindendir. Âdeta istihaze olan kadının namaz kılması gibi bir ruhsattan ibarettir.
- این قبول ذکر تو از رحمت است ** چون نماز مستحاضه رخصت است
- Onun namazına nasıl kan bulaşmışsa senin Allah’ı anışına da benzetiş ve zannediş bulaşmış!
- با نماز او بیالوده ست خون ** ذکر تو آلودهی تشبیه و چون
- Kan pistir ama bir parçacık su ile temizlenir. Fakat içte öyle pislikler vardır ki,
- خون پلید است و به آبی میرود ** لیک باطن را نجاستها بود
- Allah’ın lütuf suyundan gayrı bir şeyle arınmaz, ibadet eden kişinin gönlünden eksilmez. 1800
- کان به غیر آب لطف کردگار ** کم نگردد از درون مرد کار
- Keşke secdende kıbleden yüzünü çevirmiş olaydın da tek “ Sübhane rabbiyel A’lâ”nın manasına ereydin!
- در سجودت کاش رو گردانیای ** معنی سبحان ربی دانیای
- “Allah’ım secdem de varlığın gibi sana lâyık değil. Sen, kötülüğe iyilikle mukabele et” diyeydin.
- کای سجودم چون وجودم ناسزا ** مر بدی را تو نکویی ده جزا
- Bu yeryüzünde Hakk’ın hikmetinden eser vardır. Ondan dolayı pislikleri giderir, çiçekleri bitirir.
- این زمین از حلم حق دارد اثر ** تا نجاست برد و گلها داد بر
- Bizim pisliklerimizi örter, karşılığın da ondan koncalar biter.
- تا بپوشد او پلیدیهای ما ** در عوض بر روید از وی غنچهها
- Kâfir vergide, cömertlikte topraktan daha aşağı, daha verimsiz olduğunu görüp, 1805
- پس چو کافر دید کاو در داد و جود ** کمتر و بیمایه تر از خاک بود
- Varlığından çiçek ve meyve bitmediğini, hatta bütün temizlikleri bozup pislemekten başka bir şey yapmadığını anlar da
- از وجود او گل و میوه نرست ** جز فساد جمله پاکیها نجست
- “ Ben aykırı anlamış, yanılmışım, yazık, keşke toprak olsaydım;
- گفت واپس رفتهام من در ذهاب ** حسرتا یا لیتنی کنت تراب
- Keşke topraktan sefer etmeseydim, keşke bir avuç toprak gibi ben de bir tane düşürüp yetiştirseydim..
- کاش از خاکی سفر نگزیدمی ** همچو خاکی دانهای میچیدمی
- Topraktan sefere düştüm ama beni yol imtihan etti, bu yolculuktan ne armağan getirdim ki?” der.
- چون سفر کردم مرا راه آزمود ** زین سفر کردن ره آوردم چه بود
- Kâfir yolculuğundan bir fayda görmez, ondan dolayı da bütün meyli toprağadır. 1810
- ز آن همه میلش سوی خاک است کاو ** در سفر سودی نبیند پیش رو
- Adamın yüzünü geriye çevirmesi, hırstan tamahtandır. Yüzünü yola çevirmesi; doğruluktan niyazdan.
- روی واپس کردنش آن حرص و آز ** روی در ره کردنش صدق و نیاز
- Büyümeye meyli olan her ot, büyüyüp durur, yaşar günden güne gelişir!
- هر گیا را کش بود میل علا ** در مزید است و حیات و در نما
- Fakat başını yere eğdi mi de günden güne küçülür, kurur, noksan bulur, mahvolur!
- چون که گردانید سر سوی زمین ** در کمی و خشکی و نقص و غبین
- Ruhunun meyli, yüceliklere ise yücelir durursun, varacağın yer de orasıdır.
- میل روحت چون سوی بالا بود ** در تزاید مرجعت آن جا بود
- Aksine olarak başını yere eğdin mi battın gitti, Hak “ Ben batanları sevmem” demiştir. 1815
- ور نگون ساری سرت سوی زمین ** آفلی حق لا یحب الآفلین
- Musa Aleyhisselâm’ın Ulu Allah’tan zalimlerin galip gelmelerindeki sırrı sorması
- پرسیدن موسی علیه السلام از حق تعالی سر غلبهی ظالمان
- Musa, “Ey kerem sahibi, ey her işi yapan, ey bir an zikri, uzun bir ömre bedel olan Allah!
- گفت موسی ای کریم کارساز ** ای که یک دم ذکر تو عمر دراز
- Bu balçık âleminde eğri büğrü bir iz gördüm. Gönül melekler gibi itiraz etti.
- نقش کژمژ دیدم اندر آب و گل ** چون ملایک اعتراضی کرد دل
- “Bir nakış yapıp ona fesat tohumunu ekmekteki maksat nedir?
- که چه مقصود است نقشی ساختن ** و اندر او تخم فساد انداختن
- Zulüm ve fesat ateşini alevlendirip mescidi de, secde edenleri de yakmakta ne hikmet var?
- آتش ظلم و فساد افروختن ** مسجد و سجده کنان را سوختن
- Bir yalvarış için kan ve irin kaynağını coşturmak neden?” dedim. 1820
- مایهی خونابه و زردآبه را ** جوش دادن از برای لابه را
- Ben bunların aynı hikmet olduğunu biliyorum. Fakat maksadım, bu hikmetin büsbütün açığa çıkması ve benim açıkça görmem.
- من یقین دانم که عین حکمت است ** لیک مقصودم عیان و رویت است
- O yakîn bana “Sus” dediği halde görme hırsı “ hayır, coş!” demekte.
- آن یقین میگویدم خاموش کن ** حرص رویت گویدم نه جوش کن
- Sen, Meleklere sırrını gösterdin. Böyle bir lezzet, kahır ve minhete değer!
- مر ملایک را نمودی سر خویش ** کاین چنین نوشی همیارزد به نیش
- Âdemin nurunu Meleklere açıkça arz ettin, müşküllerini halleyledin.
- عرضه کردی نور آدم را عیان ** بر ملایک گشت مشکلها بیان
- Ölümün sırrını hasredilmen söyler, yaprağın hikmetini meyveler anlatır! 1825
- حشر تو گوید که سر مرگ چیست ** میوهها گویند سر برگ چیست
- Kanın, meninin sırrı da insanın duygusudur; her artmanın sonu da nihayet eksilme!
- سر خون و نطفه حسن آدمی است ** سابق هر بیشیی آخر کمی است
- Yazan kişi önce yazı yazacağı tahtayı yıkar, temizler; sonra ona harfleri yazar.
- لوح را اول بشوید بیوقوف ** آن گهی بروی نویسد او حروف