English    Türkçe    فارسی   

2
1800-1849

  • Allah’ın lütuf suyundan gayrı bir şeyle arınmaz, ibadet eden kişinin gönlünden eksilmez. 1800
  • کان به غیر آب لطف کردگار ** کم نگردد از درون مرد کار
  • Keşke secdende kıbleden yüzünü çevirmiş olaydın da tek “ Sübhane rabbiyel A’lâ”nın manasına ereydin!
  • در سجودت کاش رو گردانی‏ای ** معنی سبحان ربی دانی‏ای‏
  • “Allah’ım secdem de varlığın gibi sana lâyık değil. Sen, kötülüğe iyilikle mukabele et” diyeydin.
  • کای سجودم چون وجودم ناسزا ** مر بدی را تو نکویی ده جزا
  • Bu yeryüzünde Hakk’ın hikmetinden eser vardır. Ondan dolayı pislikleri giderir, çiçekleri bitirir.
  • این زمین از حلم حق دارد اثر ** تا نجاست برد و گلها داد بر
  • Bizim pisliklerimizi örter, karşılığın da ondan koncalar biter.
  • تا بپوشد او پلیدیهای ما ** در عوض بر روید از وی غنچه‏ها
  • Kâfir vergide, cömertlikte topraktan daha aşağı, daha verimsiz olduğunu görüp, 1805
  • پس چو کافر دید کاو در داد و جود ** کمتر و بی‏مایه تر از خاک بود
  • Varlığından çiçek ve meyve bitmediğini, hatta bütün temizlikleri bozup pislemekten başka bir şey yapmadığını anlar da
  • از وجود او گل و میوه نرست ** جز فساد جمله پاکیها نجست‏
  • “ Ben aykırı anlamış, yanılmışım, yazık, keşke toprak olsaydım;
  • گفت واپس رفته‏ام من در ذهاب ** حسرتا یا لیتنی کنت تراب‏
  • Keşke topraktan sefer etmeseydim, keşke bir avuç toprak gibi ben de bir tane düşürüp yetiştirseydim..
  • کاش از خاکی سفر نگزیدمی ** همچو خاکی دانه‏ای می‏چیدمی‏
  • Topraktan sefere düştüm ama beni yol imtihan etti, bu yolculuktan ne armağan getirdim ki?” der.
  • چون سفر کردم مرا راه آزمود ** زین سفر کردن ره آوردم چه بود
  • Kâfir yolculuğundan bir fayda görmez, ondan dolayı da bütün meyli toprağadır. 1810
  • ز آن همه میلش سوی خاک است کاو ** در سفر سودی نبیند پیش رو
  • Adamın yüzünü geriye çevirmesi, hırstan tamahtandır. Yüzünü yola çevirmesi; doğruluktan niyazdan.
  • روی واپس کردنش آن حرص و آز ** روی در ره کردنش صدق و نیاز
  • Büyümeye meyli olan her ot, büyüyüp durur, yaşar günden güne gelişir!
  • هر گیا را کش بود میل علا ** در مزید است و حیات و در نما
  • Fakat başını yere eğdi mi de günden güne küçülür, kurur, noksan bulur, mahvolur!
  • چون که گردانید سر سوی زمین ** در کمی و خشکی و نقص و غبین‏
  • Ruhunun meyli, yüceliklere ise yücelir durursun, varacağın yer de orasıdır.
  • میل روحت چون سوی بالا بود ** در تزاید مرجعت آن جا بود
  • Aksine olarak başını yere eğdin mi battın gitti, Hak “ Ben batanları sevmem” demiştir. 1815
  • ور نگون ساری سرت سوی زمین ** آفلی حق لا یحب الآفلین‏
  • Musa Aleyhisselâm’ın Ulu Allah’tan zalimlerin galip gelmelerindeki sırrı sorması
  • پرسیدن موسی علیه السلام از حق تعالی سر غلبه‏ی ظالمان‏
  • Musa, “Ey kerem sahibi, ey her işi yapan, ey bir an zikri, uzun bir ömre bedel olan Allah!
  • گفت موسی ای کریم کارساز ** ای که یک دم ذکر تو عمر دراز
  • Bu balçık âleminde eğri büğrü bir iz gördüm. Gönül melekler gibi itiraz etti.
  • نقش کژمژ دیدم اندر آب و گل ** چون ملایک اعتراضی کرد دل‏
  • “Bir nakış yapıp ona fesat tohumunu ekmekteki maksat nedir?
  • که چه مقصود است نقشی ساختن ** و اندر او تخم فساد انداختن‏
  • Zulüm ve fesat ateşini alevlendirip mescidi de, secde edenleri de yakmakta ne hikmet var?
  • آتش ظلم و فساد افروختن ** مسجد و سجده کنان را سوختن‏
  • Bir yalvarış için kan ve irin kaynağını coşturmak neden?” dedim. 1820
  • مایه‏ی خونابه و زردآبه را ** جوش دادن از برای لابه را
  • Ben bunların aynı hikmet olduğunu biliyorum. Fakat maksadım, bu hikmetin büsbütün açığa çıkması ve benim açıkça görmem.
  • من یقین دانم که عین حکمت است ** لیک مقصودم عیان و رویت است‏
  • O yakîn bana “Sus” dediği halde görme hırsı “ hayır, coş!” demekte.
  • آن یقین می‏گویدم خاموش کن ** حرص رویت گویدم نه جوش کن‏
  • Sen, Meleklere sırrını gösterdin. Böyle bir lezzet, kahır ve minhete değer!
  • مر ملایک را نمودی سر خویش ** کاین چنین نوشی همی‏ارزد به نیش‏
  • Âdemin nurunu Meleklere açıkça arz ettin, müşküllerini halleyledin.
  • عرضه کردی نور آدم را عیان ** بر ملایک گشت مشکلها بیان‏
  • Ölümün sırrını hasredilmen söyler, yaprağın hikmetini meyveler anlatır! 1825
  • حشر تو گوید که سر مرگ چیست ** میوه‏ها گویند سر برگ چیست‏
  • Kanın, meninin sırrı da insanın duygusudur; her artmanın sonu da nihayet eksilme!
  • سر خون و نطفه حسن آدمی است ** سابق هر بیشیی آخر کمی است‏
  • Yazan kişi önce yazı yazacağı tahtayı yıkar, temizler; sonra ona harfleri yazar.
  • لوح را اول بشوید بی‏وقوف ** آن گهی بروی نویسد او حروف‏
  • Allah da önce gönlü kan eder, hor hakir gözyaşıyla yıkar, sonra o gönle sırları kaydeder.
  • خون کند دل را و اشک مستهان ** بر نویسد بر وی اسرار آن گهان‏
  • Yıkamakla, o levhi bir defter yapmak istediklerini bilmek, anlamak gerek.
  • وقت شستن لوح را باید شناخت ** که مر آن را دفتری خواهند ساخت‏
  • Bir evin temelini atacakları vakit oradaki eski ve evvelki yapıyı yıkarlar. 1830
  • چون اساس خانه‏ای می‏افگنند ** اولین بنیاد را بر می‏کنند
  • Sonunda arı duru su çıkarmak için önce yerden toprak çıkarırlar.
  • گل بر آرند اول از قعر زمین ** تا به آخر بر کشی ماء معین‏
  • Çocuklar, hacamattan ağlarlar. Çünkü işin hikmetini bilmezler ki.
  • از حجامت کودکان گریند زار ** که نمی‏دانند ایشان سر کار
  • Hâlbuki adam, hacamatçıya para verir, kan içen hançere iltifatlarda bulunur.
  • مرد خود زر می‏دهد حجام را ** می‏نوازد نیش خون آشام را
  • Hamal ağır yükün altına koşar, yükü, başkalarından kapar.
  • می‏دود حمال زی بار گران ** می‏رباید بار را از دیگران‏
  • Yük için hamalların savaşlarına bak. Din işinde çalışma da böyledir. 1835
  • جنگ حمالان برای بار بین ** این چنین است اجتهاد کار بین‏
  • Rahatın aslı zahmet olduğu gibi acılıklar da nimetin önüdür.
  • چون گرانیها اساس راحت است ** تلخها هم پیشوای نعمت است‏
  • Cennet, hoşumuza gitmeyen şeylerle kaplanmış, cehennem de zevkimize giden şeylerle dolmuştur.
  • حفت الجنة بمکروهاتنا ** حفت النیران من شهواتنا
  • Ateşin aslı yaş ağaç olduğu gibi ateşe yanan da Kevser’e ulaşmıştır.
  • تخم مایه‏ی آتشت شاخ تر است ** سوخته‏ی آتش قرین کوثر است‏
  • Zindan da mihnetlere düşen adam, bir lokmanın, bir zevkin yüzünden düşmüştür.
  • هر که در زندان قرین محنتی است ** آن جزای لقمه‏ای و شهوتی است‏
  • Bir köşkte devlete erişen de bir savaş, bir mihnet karşılığı olarak o devleti bulmuştur. 1840
  • هر که در قصری قرین دولتی است ** آن جزای کارزار و محنتی است‏
  • Kimi altına, gümüşe sahip olmuş, zenginlikte naziri olmayan bir dereceye erişmiş görürsen, bil ki o, kazanma zahmetine sabretmiştir.
  • هر که را دیدی به زر و سیم فرد ** دان که اندر کسب کردن صبر کرد
  • Gözü açık olan bunları sebepsiz, Allah hikmeti olarak görür. Fakat mademki sen duygu âlemindesin, sebeplere kulak as!
  • بی‏سبب بیند چو دیده شد گذار ** تو که در حسی سبب را گوش دار
  • Sebeplere yapışmamak, onları görmemek makamı; ruhu tabayi âleminden kurtulmuş olanındır.
  • آن که بیرون از طبایع جان اوست ** منصب خرق سببها آن اوست‏
  • Bu çeşit adam, peygamberlerin mucizeleri çeşmesini sebepsiz görür. Onları, sudan, ottan meydana geliyor bilmez.
  • بی‏سبب بیند نه از آب و گیا ** چشم چشمه‏ی معجزات انبیا
  • Bu sebep, doktorla hasta, kandille fitil gibidir. 1845
  • این سبب همچون طبیب است و علیل ** این سبب همچون چراغ است و فتیل‏
  • Gece kandiline yeni bir fitil bük, fakat güneş kandilini bunlara muhtaç sanma.
  • شب چراغت را فتیل نو بتاب ** پاک دان زینها چراغ آفتاب‏
  • Yürü, aşevinin damı için samanlı balçık hazırla. Fakat bil ki kâinatın damı, buna muhtaç değil.
  • رو تو کهگل ساز بهر سقف خان ** سقف گردون را ز کهگل پاک دان‏
  • Ah. Sevgilimiz, gamımızı yakıp mahvedince gece yalnızlığı bile geçti, gündüz oldu.
  • اه که چون دل دار ما غم سوز شد ** خلوت شب در گذشت و روز شد
  • Ay, ancak geceleyin cilve eder. Gönlün istediği sevgiliyi gönül derdinden başka bir şey de arama.
  • جز به شب جلوه نباشد ماه را ** جز به درد دل مجو دل خواه را