- İki parça yağdan çıkan bu ruhani nurun nurani dalgası göklere vurmakta.
- از دو پارهی پیه این نور روان ** موج نورش میزند بر آسمان
- Bu dil denen et parçasından hikmet nehri ırmak gibi akmakta.
- گوشت پاره که زبان آمد از او ** میرود سیلاب حکمت همچو جو
- Kulak denen deliklerden akıp, meyvesi akıl ve anlayış olan can bağına kadar gitmekte.
- سوی سوراخی که نامش گوشهاست ** تا بباغ جان که میوهاش هوشهاست
- Canlar bağının ana yolu da o anlayışın yolu. Âlemin bağları, bostanları onun fer’inden ibaret.
- شاه راه باغ جانها شرع اوست ** باغ و بستانهای عالم فرع اوست
- Bu hoşlukların aslı ve kaynağı o. Haydi, hemen “ O, bahçelerin inişlerinde nehirler akar” ayetini oku artık.” 2455
- اصل و سرچشمهی خوشی آن است آن ** زود تجری تحتها الأنهار خوان
- Peygamber Sallâllahu Aleyhi Ve Sellem’in hastaya nasihat etmesi hikâyesinin sonu
- تتمهای نصیحت رسول صلی الله علیه و آله بیمار را
- Peygamber, o hastayı dolaştı, o ağlayıp inleyen zavallının halini hatırını sordu. Sonra dedi ki:
- گفت پیغمبر مر آن بیمار را ** چون عیادت کرد یار زار را
- “Acaba sen bir çeşit dua mı ettin, bilmeyerek bir zehirli aş mı yedin?
- که مگر نوعی دعایی کردهای ** از جهالت زهربایی خوردهای
- Hele bir hatırla bakayım, nefsin, hilesinden coşunca ne çeşit duada bulundun?”
- یاد آور چه دعا میگفتهای ** چون ز مکر نفس میآشفتهای
- Hasta “ Hiç hatırıma gelmiyor. Himmet et de hatırlayayım” dedi.
- گفت یادم نیست الا همتی ** دار با من یادم آید ساعتی
- Mustafa’nın nur bağışlayan huzuru hürmetine duayı hatırladı. 2460
- از حضور نور بخش مصطفا ** پیش خاطر آمد او را آن دعا
- Her yanı aydınlatan Peygamber’in himmeti, ona hatırlayamadığını hatırlattı.
- همت پیغمبر روشنکده ** پیش خاطر آمدش آن گم شده
- Hakla bâtıl arasını ayırt eden aydınlık, gönülden gönle açılmış olan pencereden parladı.
- تافت ز آن روزن که از دل تا دل است ** روشنی که فرق حق و باطل است
- Dedi ki: “Ya Resulallah, bir hezeyandır ettim, şimdicek duamı hatırladım.
- گفت اینک یادم آمد ای رسول ** آن دعا که گفتهام من بو الفضول
- Daima günaha giriftar olup duruyordum. Denize düşenin yılana sarılması gibi önüme ne gelirse sarılıyordum.
- چون گرفتار گنه میآمدم ** غرقه دست اندر حشایش میزدم
- Sen, suçluları çok şiddetli azaplarla tehdit etmiştin. 2465
- از تو تهدید و وعیدی میرسید ** مجرمان را از عذاب بس شدید
- Istıraba düştüm, çarem kalmadı. Bağ pek sıkı, kilit kapalıydı.
- مضطرب میگشتم و چاره نبود ** بند محکم بود و قفل ناگشود
- Ne sabredebiliyordum. Ne kaçacak, kurtulacak yer vardı. Ne tövbe etmeye bir ümidim kalmıştı, ne dayanmama imkân.
- نی مقام صبر و نه راه گریز ** نی امید توبه نه جای ستیز
- Elemden Harut’la Marut gibi ah ederek dedim ki: Ey yaratan Tanrı’m.
- من چو هاروت و چو ماروت از حزن ** آه میکردم که ای خلاق من
- Harut’la Marut tehlikeden kurtulmak için Bâbil Kuyusunu dilediler.
- از خطر هاروت و ماروت آشکار ** چاه بابل را بکردند اختیار
- Gürbüz, akıllı, hatta sihirbaza benzer, her şeye muktedir oldukları halde onlar bile ahret azabını o kuyuda çekmek istediler. 2470
- تا عذاب آخرت اینجا کشند ** گربزند و عاقل و ساحروشاند
- İyi de ettiler, tam yerinde bir işti. Dumandan çekilen zahmet ateşe nispetle elbette kolaydır, ehemmiyetsizdir.
- نیک کردند و بجای خویش بود ** سهلتر باشد ز آتش رنج دود
- Ahiret azabını tavsife imkân yoktur. Onun yanın da dünya azabının ehemmiyeti olamaz.
- حد ندارد وصف رنج آن جهان ** سهل باشد رنج دنیا پیش آن
- Ne mutlu o kişiye ki savaşır, çabalar, bedenine azap eder.
- ای خنک آن کاو جهادی میکند ** بر بدن زجری و دادی میکند
- O cihanın azabından kurtulsun diye bu azap çekme ibadetine katlanır.
- تا ز رنج آن جهانی وارهد ** بر خود این رنج عبادت مینهد
- Ben de, Yarabbi, bana o azabı hemencecik burada çektir de, 2475
- من همیگفتم که یا رب آن عذاب ** هم در این عالم بران بر من شتاب
- O âlemde rahat edeyim diye dua edip durmaktaydım. İstek kapısının halkasını bu suretle çalışıyordum.
- تا در آن عالم فراغت باشدم ** در چنین درخواست حلقه میزدم
- Derken bu hastalığa tutuldum. Canım zahmetten âramsız bir hale düştü.
- این چنین رنجوریی پیدام شد ** جان من از رنج بیآرام شد
- Zikrinden, evradımdan kaldım. Kendimden de haberim yoktu, iyiden, kötüden de.
- ماندهام از ذکر و از اوراد خود ** بیخبر گشتم ز خویش و نیک و بد
- Yüzünü görmeseydim; ey kutlu, ey kokusu güzel ve mübarek Peygamber;
- گر نمیدیدم کنون من روی تو ** ای خجسته وی مبارک بوی تو
- Hayat kaydından tamamıyla sıyrılacaktım. Bana padişaha lütfedip derttaş oldun da bu gamdan kurtardın” 2480
- میشدم از دست من یک بارگی ** کردیم شاهانه این غم خوارگی
- Peygamber, “Ne yaptın? Sakın bir daha bu duada bulunma. Kendi kökünü kendin kazıp sökme.
- گفت هیهی این دعا دیگر مکن ** بر مکن تو خویش را از بیخ و بن
- Ey zayıf karınca, senin ne takatin var ki böyle bir yüce dağı yüklenmeye kalkışıyorsun!” dedi.
- تو چه طاقت داری ای مور نژند ** که نهد بر تو چنان کوه بلند
- Adam dedi ki: “Sultanım, tövbe ettim. Bir daha böyle bir cürette bulunmam, böyle bir lâf etmem.”
- گفت توبه کردم ای سلطان که من ** از سر جلدی نه لافم هیچ فن
- Bu cihan bir çöldür, sen Musa’sın. Biz de günahımız yüzünden çölde iptilâlara uğramış kişileriz.
- این جهان تیه است و تو موسی و ما ** از گنه در تیه مانده مبتلا
- Yıllarcadır yol görüyoruz, fakat sonunda yine ilk konakta esiriz. 2485
- سالها ره میرویم و در اخیر ** همچنان در منزل اول اسیر
- Musa’nın gönlü bizden razı olsaydı, bu çöle bir yol, bir uç bulunurdu.
- گر دل موسی ز ما راضی بدی ** تیه را راه و کران پیدا شدی
- Fakat bizden tamamıyla usanmış olsaydı hiç yemeğimiz gökten gelir miydi?
- ور به کل بیزار بودی او ز ما ** کی رسیدی خوانمان هیچ از سما
- Bir taş parçasından kaynaklar coşar mıydı, çölde canımızı kurtarabilir miydik?
- کی ز سنگی چشمهها جوشان شدی ** در بیابانمان امان جان شدی
- Hattâ bundan vazgeçtik, yemek yerine üstümüze ateş yağar, konduğumuz bu konakta alevlenir, yanardık.
- بل به جای خوان خود آتش آمدی ** اندر این منزل لهب بر ما زدی
- Musa, bizden hem hoşnut, hem değil, gâh dostumuz, gâh düşmanımız. 2490
- چون دو دل شد موسی اندر کار ما ** گاه خصم ماست گاهی یار ما
- Hışımı; pılımızı, pırtımızı ateşlemekte, hilmi belâya siper olmakta.
- خشمش آتش میزند در رخت ما ** حلم او رد میکند تیر بلا
- Nasıl olur da hem hilimle muamele eder, hem hışımla? Fakat ey aziz Tanrı, bu senin lütfundan, bu lütuf, az görülmüş, bir şey değil ki.
- کی بود که حلم گردد خشم نیز ** نیست این نادر ز لطفت ای عزیز
- Adamın karşısında bulunan kimseyi yüzüne karşı methetmesi hoş bir şey değil. Onun için Musa’nın adını mahsus anıyorum.
- مدح حاضر وحشت است از بهر این ** نام موسی میبرم قاصد چنین
- Yoksa değil Musa, kim olursa olsun. Senin karşında başka birinden bahsetmem yaraşır mı?
- ور نه موسی کی روا دارد که من ** پیش تو یاد آورم از هیچ تن
- Bizim ahitlerimiz yüzlerce, binlerce defa bozuldu. Fakat senin ahdin dağ gibi, yerinden bile oynamıyor. 2495
- عهد ما بشکست صد بار و هزار ** عهد تو چون کوه ثابت برقرار
- Bizim ahdimiz saman çöpüne benzer, her çeşit rüzgâra karşı zebundur. Senin ahdinse dağ gibi, hatta yüzlerce dağdan da kuvvetli.
- عهد ما کاه و به هر بادی زبون ** عهد تو کوه و ز صد که هم فزون
- O kuvvet hakkı için ey renklere sahip olan, bizim renkten renge girişimize bir acı!
- حق آن قوت که بر تلوین ما ** رحمتی کن ای امیر لونها
- Kendimizi de gördük, rüsvay oluşumuzu da. Padişahım, bizi fazla imtihana çekme.
- خویش را دیدیم و رسوایی خویش ** امتحان ما مکن ای شاه بیش
- De ey kerem sahibi ve yardımı istenen Tanrı, öbür ayıplarımızı, öbür kötülüklerimizi gizli bırak.
- تا فضیحتهای دیگر را نهان ** کرده باشی ای کریم مستعان
- Sen cemalde, kemalde sonsuzun; biz eğrilikte sapıklıkta sonsuz! 2500
- بیحدی تو در جمال و در کمال ** در کژی ما بیحدیم و در ضلال