English    Türkçe    فارسی   

2
2841-2890

  • Uzaktan bak, geç. Yavrum onlar yemeye kokmaya değmez.
  • هم ز دورش بنگر و اندر گذر ** خوردن و بو را نشاید ای پسر
  • Vefasızlara gitme. Onlar; iyi dinle, yıkık köprüdür.
  • سوی لطف بی‏وفایان هین مرو ** کان پل ویران بود نیکو شنو
  • Bilgisiz biri oraya ayak basarsa köprü de yıkılır, ayağı da kırılır.
  • گر قدم را جاهلی بر وی زند ** بشکند پل و آن قدم را بشکند
  • Asker, nerede bir bozgunluğa uğrarsa, iki, üç karı tabiatlı adamın yüzünden uğrar.
  • هر کجا لشکر شکسته می‏شود ** او دو سه سست مخنث می‏بود
  • O, erkek gibi silahlanıp savaş safına girer. Diğerleri de, işte tam dost diye ona güvenirler. 2845
  • در صف آید با سلاح او مردوار ** دل بر او بنهند کاینک یار غار
  • Fakat savaş zahmetlerini gördü mü yüz çevirir. Onun kaçışı senin manevi kuvvetini de kırar.
  • رو بگرداند چو بیند زخمها ** رفتن او بشکند پشت ترا
  • Bu bahis, uzundur. Uzadıkça uzar, maksat da gizli kalır, geçelim.
  • این دراز است و فراوان می‏شود ** و آن چه مقصود است پنهان می‏شود
  • Münafıkların Peygamber’i Mescid-i Dırâr’a götürmek için kandırmaya çalışmaları
  • فریفتن منافقان پیغامبر را تا به مسجد ضرارش برند
  • Halk Peygamber’e masallar okumakta; yalan dolan atını sürmekteydiler.
  • بر رسول حق فسون‏ها خواندند ** رخش دستان و حیل می‏راندند
  • O merhametli, şefkatli Peygamber gülümseyerek ancak “Peki” diyebildi.
  • آن رسول مهربان رحم کیش ** جز تبسم جز بلی ناورد پیش‏
  • O cemaatin teşekkür edilmesi icap eden işlerini anladı, icabet edeceğini söyleyerek haber getirenleri sevindirdi. 2850
  • شکرهای آن جماعت یاد کرد ** در اجابت قاصدان را شاد کرد
  • Onların hileleri gözünün önünde görünüp duruyor, o hileleri süt içinde kıl görür gibi birer, birer görüyordu.
  • می‏نمود آن مکر ایشان پیش او ** یک به یک ز آن سان که اندر شیر مو
  • Fakat o lütuf sahibi Peygamber, kılı görmemezlikten geliyor, o zarif kimse sütü övüyordu..
  • موی را نادیده می‏کرد آن لطیف ** شیر را شاباش می‏گفت آن ظریف‏
  • Yüz binlerce hile ve hud’a kıllarına o an gözünü yummuştu.
  • صد هزاران موی مکر و دمدمه ** چشم خوابانید آن دم ز ان همه‏
  • O kerem denizi doğru buyurmuştu: “Ben, sizi, sizden ziyade esirgerim,
  • راست می‏فرمود آن بحر کرم ** بر شما من از شما مشفق‏ترم‏
  • Ben âdeta dehşetli surette alevlenmiş, yalınlanmış bir ateşin kıyısına oturmuş bir adama benzerim. 2855
  • من نشسته بر کنار آتشی ** با فروغ و شعله‏ی بس ناخوشی‏
  • Siz pervane gibi o tarafa koşuyorsunuz. Ben de iki elimle pervane koymaktayım”
  • همچو پروانه شما آن سو دوان ** هر دو دست من شده پروانه ران‏
  • Münafıkların dileği üzerine Peygamber, o tarafa yürüyünce Allah gayreti haykırdı: “Gul sesini dinleme,
  • چون بر آن شد تا روان گردد رسول ** غیرت حق بانگ زد مشنو ز غول‏
  • Bu habisler hile ettiler, söyledikleri sözlerin hepsi aykırıdır.
  • کاین خبیثان مکر و حیلت کرده‏اند ** جمله مقلوب است آنچ آورده‏اند
  • Maksatları kara yüzlülükten başka bir şey değildir. Hıristiyanlarla Yahudiler, en hayırlı dini nasıl olur da aralar?
  • قصد ایشان جز سیه رویی نبود ** خیر دین کی جست ترسا و جهود
  • Cehennem köprüsü üstüne bir köprü kurdular, Allah’a tavlada hileye giriştiler” 2860
  • مسجدی بر جسر دوزخ ساختند ** با خدا نرد دغاها باختند
  • Maksatları Peygamber’in sahabesinin arasını bozmaktı. Her herzevekil Hakk’ın fazıl ve ihsanını nasıl tanır?
  • قصدشان تفریق اصحاب رسول ** فضل حق را کی شناسد هر فضول‏
  • Şam’dan buraya bir Yahudi getirmek niyetindeydiler. Yahudiler, o Şam’lı Yahudi’nin vaazından sarhoş olmuşlardı.
  • تا جهودی را ز شام اینجا کشند ** که به وعظ او جهودان سر خوشند
  • Peygamber, “Gelmeğe gelirim ama şimdi yol üstündeyiz. Savaşa gidiyoruz.
  • گفت پیغمبر که آری لیک ما ** بر سر راهیم و بر عزم غزا
  • Savaştan dönünce o mescide giderim” buyurdu;
  • زین سفر چون باز گردم آن گهان ** سوی آن مسجد روان گردم روان‏
  • Onları defetti; savaşa gitti. O kötü, o yalancı kişileri bu suretle avuttu. 2865
  • دفعشان کرد و به سوی غزو تاخت ** با دغایان از دغا نردی بباخت‏
  • Dönünce münafıklar, tekrar gelip evvelki vaadini hatırlattılar.
  • چون بیامد از غزا باز آمدند ** چنگ اندر وعده‏ی ماضی زدند
  • Allah, “ Peygamber, açıkça söyle. Neticesi savaş bile olsa onların hıyanetlerini açığa vur” dedi.
  • گفت حقش ای پیمبر فاش گو ** غدر را ور جنگ باشد باش گو
  • Peygamber de “ Ey hilebaz Kavim, susun da sırlarınızı söylemeyeyim”
  • گفت ای قوم دغل خامش کنید ** تا نگویم رازهاتان تن زنید
  • Deyip sırlarından birkaçını söyleyiverdi. Derhal halleri kötüleşti.
  • چون نشانی چند از اسرارشان ** در بیان آورد بد شد کارشان‏
  • Münafıkların elçileri, hemen “Hâşa, hâşa” demeğe başladılar. 2870
  • قاصدان زو باز گشتند آن زمان ** حاش لله حاش لله دم زنان‏
  • Her münafık, koltuğuna bir Mushaf urup hile ile Peygamber’e koştu;
  • هر منافق مصحفی زیر بغل ** سوی پیغمبر بیاورد از دغل‏
  • Yemin etmeye koyuldu. Çünkü yemin etmek siperdir, ve yemin etmek, yalancı kişilerin âdetidir.
  • بهر سوگندان که ایمان جنتی است ** ز انکه سوگندان کژان را سنتی است‏
  • Yalancı, dolancı adam, dinde vefakâr olmadığından her an yeminini bozar.
  • چون ندارد مرد کژ در دین وفا ** هر زمانی بشکند سوگند را
  • Doğruların yemin etmeğe ihtiyaçları yoktur. Onların gözleri aydındır.
  • راستان را حاجت سوگند نیست ** ز انکه ایشان را دو چشم روشنی است‏
  • Ahdi, misakı bozmak, ahmaklıktandır. Yeminine vefa etmek ve yemininde durmaksa temiz kişinin işidir. 2875
  • نقض میثاق و عهود از احمقی است ** حفظ ایمان و وفا کار تقی است‏
  • Peygamber dedi ki : “Sizin yemininize mi inanayım, Allah’ın yeminine mi?”
  • گفت پیغمبر که سوگند شما ** راست گیرم یا که سوگند خدا
  • Münafıklar, yine ellerin de Mushaf olduğu halde güya ağızlarının orucuyla yemin etmeye giriştiler.
  • باز سوگند دگر خوردند قوم ** مصحف اندر دست و بر لب مهر صوم‏
  • “Bu doğru ve temiz kelâm hakkı için o mescidi kurmamız Allah rızası içindir.
  • که به حق این کلام پاک راست ** کان بنای مسجد از بهر خداست‏
  • Bu hususta hiçbir hilemiz, düzenimiz yok. Orada ancak Allah’yı anacak, doğru bir yürekle Allah’ya ibadet edeceğiz” dediler.
  • اندر آن جا هیچ مکر و حیله نیست ** اندر آن جا ذکر و صدق و یا ربی است‏
  • Peygamber dedi ki: “Allah’ın sesi, kulağına diğer sesler gibi gelmekte. 2880
  • گفت پیغمبر که آواز خدا ** می‏رسد در گوش من همچون صدا
  • Hak, kulaklarınızı mühürledi de Allah sesini duymuyorsunuz.
  • مهر در گوش شما بنهاد حق ** تا به آواز خدا نارد سبق‏
  • İşte apaçık kulağıma Allah sesi gelip duruyor. Âdeta tortuyu saftan süzmekteyim”
  • نک صریح آواز حق می‏آیدم ** همچو صاف از درد می‏پالایدم‏
  • Nitekim ey bahtı kutlu, Hak sesi, Musa’ya da bir ağaçtan gelmişti.
  • همچنان که موسی از سوی درخت ** بانگ حق بشنید کای مسعود بخت‏
  • “Ben Allah’ım” sesini bir ağaçtan duymuştu. O sesle beraber nurlar belirmiş, parlamıştı.
  • از درخت إنی أنا الله می‏شنید ** با کلام انوار می‏آمد پدید
  • Vahiy nuruna karşı aciz kalınca yine yemin etmeye koyuldular. 2885
  • چون ز نور وحی در می‏ماندند ** باز نو سوگندها می‏خواندند
  • Allah yemine siper demiştir. Savaşçı, siperi elden bırakır mı?
  • چون خدا سوگند را خواند سپر ** کی نهد اسپر ز کف پیکارگر
  • Peygamber, yine apaçık onları yalanladı ve fasih bir surette onlara “ Şüphe yok, yalan söylüyorsunuz” dedi.
  • باز پیغمبر به تکذیب صریح ** قد کذبتم گفت با ایشان فصیح‏
  • Sahabeden birisinin inkâr düşüncesine düşüp ”Peygamber Sallâhü Aleyhi Ve Selem ne için ayıpları örtüyor” diye düşünmesi
  • اندیشیدن یکی از صحابه به انکار که رسول (ص) چرا ستاری نمی‏کند
  • Peygamber, vadinden dönünce sahabeden birisinin gönlüne inkâr düşüncesi düştü.
  • تا یکی یاری ز یاران رسول ** در دلش انکار آمد ز آن نکول‏
  • Peygamber böyle aksakallı, kâmil, koca kişileri utandırıyor.
  • که چنین پیران با شیب و وقار ** می‏کندشان این پیمبر شرمسار
  • Nerede kerem, nerede ayıp örtmek, nerede hayâ? Hani Peygamberler, yüz binlerce ayıbı örterlerdi? 2890
  • کو کرم کو ستر پوشی کو حیا ** صد هزاران عیب پوشند انبیا