- İnciyi, süprüntüyü göz anlar. Onun için çerçöp göze batar.
- چشم داند گوهر و خاشاک را ** چشم را ز آن میخلد خاشاکها
- Bu kalpazanlar, gündüze düşmandır. Fakat madendeki altınlar gündüze âşıktır. 290
- دشمن روزند این قلابکان ** عاشق روزند آن زرهای کان
- Çünkü gündüz, kuyumcu ve sarraf, altını fark etsin diye altına aynadır.
- ز آن که روز است آینهی تعریف او ** تا ببیند اشرفی تشریف او
- Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Allah, kıyamete Gün lâkabını taktı.
- حق قیامت را لقب ز آن روز کرد ** روز بنماید جمال سرخ و زرد
- Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz, onların aylarına nispetle gölgelere benzer.
- پس حقیقت روز سر اولیاست ** روز پیش ماهشان چون سایههاست
- Gündüzü, Allah erinin sırrının aksi bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.
- عکس راز مرد حق دانید روز ** عکس ستاریش شام چشم دوز
- Allah onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur. 295
- ز آن سبب فرمود یزدان و الضحی ** و الضحی نور ضمیر مصطفی
- Allah, kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun aksi olduğundandır.
- قول دیگر کین ضحی را خواست دوست ** هم برای آنکه این هم عکس اوست
- Yoksa fâni olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle olduğu halde fâni şeyin Allah’ın sözüne girmesi lâyık olur mu?
- ور نه بر فانی قسم گفتن خطاست ** خود فنا چه لایق گفت خداست
- Halil “ Ben fâni olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu Allah nasıl olur da fâni şeyi diler, sever?
- لا أحب الآفلین گفت آن خلیل ** کی فنا خواهد از این رب جلیل
- “Velleyl” den maksat yine Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir.
- باز و اللیل است ستاری او ** و آن تن خاکی زنگاری او
- Bu kuşluk çağının güneşi o, gökten doğdu da gece gibi olan tene “Seni Rabb’in terk etmedi” dedi. 300
- آفتابش چون بر آمد ز آن فلک ** با شب تن گفت هین ما ودعک
- Belanın ta kendisinden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü de o tatlılıktan zuhur etti.
- وصل پیدا گشت از عین بلا ** ز آن حلاوت شد عبارت ما قلی
- Esasen her söz bir halete alâmettir. Hâl ele benzer, söz de alete.
- هر عبارت خود نشان حالتی است ** حال چون دست و عبارت آلتی است
- Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner.
- آلت زرگر به دست کفشگر ** همچو دانهی کشت کرده ریگ در
- Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir.
- و آلت اسکاف پیش برزگر ** پیش سگ کاه استخوان در پیش خر
- “Enel Hakk” sözü, Mansur’un ağzında nurdu. “Enallah” sözü, Firavunun ağzında yalan! 305
- بود انا الحق در لب منصور نور ** بود انا الله در لب فرعون زور
- Sopa, Musa’nın elinde doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı.
- شد عصا اندر کف موسی گوا ** شد عصا اندر کف ساحر هبا
- İsa, bu yüzden yoldaşına Tek Allah’ın o yüce adını belletmedi.
- زین سبب عیسی بدان همراه خود ** در نیاموزید آن اسم صمد
- Çünkü bilmez de alete noksan bulur. Taşı, toprağa vur. Hiç ateş çıkar mı?
- کاو نداند نقص بر آلت نهد ** سنگ بر گل زن تو آتش کی جهد
- Elle alet taşla demire benzer. Çift olması gerek ki ateş çıksın.
- دست و آلت همچو سنگ و آهن است ** جفت باید جفت شرط زادن است
- Çifti olmayan, aleti bulunmayan Tek Allah’tır. Sayıda şüphe olabilir, Fakat Allah da şüphe yoktur. 310
- آن که بیجفت است و بیآلت یکی است ** در عدد شک است و آن یک بیشکی است
- İki diyenler, üç diyenler daha fazla diyenler, bir olduğunda mutlaka ittifak ederler.
- آن که دو گفت و سه گفت و بیش ازین ** متفق باشند در واحد یقین
- Şaşılık gidince hepsi birleşir; iki, üç diyenler de bir derler.
- احولی چون دفع شد یکسان شوند ** دو سه گویان هم یکی گویان شوند
- Onun meydanında bir topsan, ona bir diyorsan durma, çevgânının etrafında dön dolaş!
- گر یکی گویی تو در میدان او ** گرد بر میگرد از چوگان او
- Top padişahın elinin darbesiyle oynarsa, kemale ermiş olur.
- گوی آن گه راست و بینقصان شود ** که ز زخم دست شه رقصان شود
- Ey şaşı; bunları can kulağıyla dinle, gözüne kulak yoluyla ilâç ver! 315
- گوش دار ای احول اینها را به هوش ** داروی دیده بکش از راه گوش
- Temiz söz, hakikatten uzak olan gönüllerde karar etmez, nurun aslına dek gider.
- پس کلام پاک در دلهای کور ** مینپاید میرود تا اصل نور
- Çarpık ayakkabı, nasıl çarpık ayağa uyarsa Şeytanın afsun ve efsanesi de doğru olmayan gönüllere uyar.
- و آن فسون دیو در دلهای کژ ** میرود چون کفش کژ در پای کژ
- Hikmeti istediğin kadar tekrarla... Ona ehil değilsen hikmet, senden ne kadar uzak!
- گر چه حکمت را به تکرار آوری ** چون تو نااهلی شود از تو بری
- İster yaz, belle… İster bahset, söyle!
- ور چه بنویسی نشانش میکنی ** ور چه میلافی بیانش میکنی
- O, Ey inatçı senden yüzünü çeker, gizlenir; bağlarını koparır, kaçar. 320
- او ز تو رو در کشد ای پر ستیز ** بندها را بگسلد وز تو گریز
- Fakat sen okumasan da hakikat ilmi senin yanıp yakıldığını görürse elinde, alışmış kuş haline gelir.
- ور نخوانی و ببیند سوز تو ** علم باشد مرغ دستآموز تو
- Tavus kuşu, nasıl köylü evinde olmazsa, hakikat ilmi de her aceminin malı olmaz.
- او نپاید پیش هر نااوستا ** همچو طاوسی به خانهی روستا
- Padişahın, doğanı ihtiyar kadının evinde bulunması
- یافتن پادشاه باز را به خانهی کمپیر زن
- Doğanın padişahtan kaçıp un eleyen kocakarının evine gitmesi, bilgisizliğindendir.
- دین نه آن باز است کاو از شه گریخت ** سوی آن کمپیر کاو میآرد بیخت
- O kadıncağız, çocuklarına tutmaç pişirmeye savaşırken o cinsi güzel, kendisi hoş doğanı görünce,
- تا که تتماجی پزد اولاد را ** دید آن باز خوش خوش زاد را
- Tutup ayacığını bağladı, kanadını kesip güdük bir hale getirdi, tırnağını kesti, yesin diye de önüne saman koydu. 325
- پایکش بست و پرش کوتاه کرد ** ناخنش ببرید و قوتش کاه کرد
- ”Ehil olmayanlar sana iyi bakamamışlar, kanadın haddini aşmış, tırnağın da uzamış.
- گفت نااهلان نکردندت به ساز ** پر فزود از حد و ناخن شد دراز
- Na ehil kişiler seni hasta ederler. Ananın yanına gel ki sana iyi baksın!” dedi.
- دست هر نااهل بیمارت کند ** سوی مادر آ که تیمارت کند
- Arkadaş, cahilin sevgisini de böyle bil. Cahil yolda daima çarpık, daima yampiri gider.
- مهر جاهل را چنین دان ای رفیق ** کژ رود جاهل همیشه در طریق
- Padişahın günü, doğanı aramakla geçti, nihayet o kocakarının çadırına yöneldi.
- روز شه در جستجو بیگاه شد ** سوی آن کمپیر و آن خرگاه شد
- Ansızın orada doğanı, toz duman içinde gördü. Ona bakıp ağlamaya başladı. 330
- دید ناگه باز را در دود و گرد ** شه بر او بگریست زار و نوحه کرد
- Dedi ki: “Her ne kadar, bize dosdoğru vefakârlıkta bulunmadığın için bu hâl sana lâyıktı.
- گفت هر چند این جز ای کار تست ** که نباشی در وفای ما درست
- Çünkü cehennem ehliyle cennet ehlinin müsavi olmadığından gaflet ederek cennetten kaçtın, cehennemde karar ettin.
- چون کنی از خلد زی دوزخ فرار ** غافل از لا یستوی اصحاب نار
- Halinden haberdar olan padişahtan sersemce bu kokuşuk kocakarının evine kaçağın layığı budur”
- این سزای آن که از شاه خبیر ** خیره بگریزد به خانهی گنده پیر
- Doğan kanadını padişahın eline sürmekte, hal diliyle “Ben günah ettim”;
- باز میمالید پر بر دست شاه ** بیزبان میگفت من کردم گناه
- Ey kerem sahibi, sen iyilerden başkasını kabul etmezsen kötü nereye varsın da halini arz edip ağlasın? 335
- پس کجا زارد کجا نالد لئیم ** گر تو نپذیری بجز نیک ای کریم
- Padişah, her kötüyü iyi ettiğinden onun lütfu cana bu cüreti vermekte, bu cinayetleri yaptırmaktadır” demekteydi.
- لطف شه جان را جنایت جو کند ** ز آنکه شه هر زشت را نیکو کند
- Yürü, çirkin işlerde bulunma ki bizim iyiliklerimiz bile o güzel sevgilimizin huzurunda çirkin görünmektedir.
- رو مکن زشتی که نیکیهای ما ** زشت آمد پیش آن زیبای ما
- Hâlbuki sen ettiğin hizmeti ona lâyık sandın da cürüm bayrağını onun için yücelttin.
- خدمت خود را سزا پنداشتی ** تو لوای جرم از آن افراشتی