- O nişane, hasta canına şifa olur, benzinin rengi yerine gelir, iyileşir, kuvvetlenirsin.
- آن شفای جان رنجورت شود ** رنگ روی و صحت و زورت شود
- Gözün ışıklanır, ayağın tutar, yürür, cismin can olur, canın tamamıyla ruh kesilir.
- چشم تو روشن شود پایت دوان ** جسم تو جان گردد و جانت روان
- “ Doğru söyledin ey emniyetli kişi, bu nişaneler, tamamıyla deveme ait.
- پس بگویی راست گفتی ای امین ** این نشانیها بلاغ آمد مبین
- Bu nişaneler, apaçık ve inanılır deliller, bu nişaneler, devemi gördüğüne delâlet etmekte, âdeta Berat ve Kadir, âdeta kurtuluşun ta kendisi”
- فیه آیات ثقات بینات ** این براتی باشد و قدر نجات
- Der, bu nişaneleri vereni “Haydi, önden yürü. Yürüme vakti, sen öne düş de, 2985
- این نشان چون داد گویی پیش رو ** وقت آهنگ است پیش آهنگ شو
- Ben senin ardınca geleyim. Doğru sözlü kişi, devemin kokusunu aldın, şimdi de nerede, göster” diye onu öne salarsın.
- پی روی تو کنم ای راست گو ** بوی بردی ز اشترم بنما که کو
- Fakat deve sahibi olmayıp bu araştırmada taklide uyan kişinin,
- پیش آن کس که نه صاحب اشتری ست ** کاو در این جست شتر بهر مری ست
- Bu doğru nişanelerle yakını artmaz, ancak hakikaten devesi kaybolanın inanışı ona da akseder.
- زین نشان راست نفزودش یقین ** جز ز عکس ناقه جوی راستین
- Onun ciddiyetinden, tahassüründen bir koku alır, anlar ki onun bu yelip yortması saçma değil, elbette bir aslı var!
- بوی برد از جد و گرمیهای او ** که گزافه نیست این هیهای او
- Bu deve arayışı doğru değil ama o da bir deve kaybetmiştir. 2990
- اندر این اشتر نبودش حق ولی ** اشتری گم کرده است او هم بلی
- Başkasının devesine tamah edişi onun yüzünü örter de kendi kaybını unutturur.
- طمع ناقهی غیر رو پوشش شده ** آنچ ازو گم شد فراموشش شده
- Devesi kaybolan nerelerde koşarsa bu da koşar, tamahından dertliye dost ve yoldaş olur.
- هر کجا او میدود این میدود ** از طمع هم درد صاحب میشود
- Yalancı da doğrucuyla yoldaş olunca yalanı, ansızın doğru olur.
- کاذبی یا صادقی چون شد روان ** آن دروغش راستی شد ناگهان
- Devenin koştuğu o ovada yalancı da kendi devesini buluverir.
- اندر آن صحرا که آن اشتر شتافت ** اشتر خود نیز آن دیگر بیافت
- Onu görünce devesini hatırlar; dostunun, arkadaşının devesinden tamahını keser. 2995
- چون بدیدش یاد آورد آن خویش ** بیطمع شد ز اشتر آن یار و خویش
- Devesini orada otlar görür de mukallitten muhakkik olur.
- آن مقلد شد محقق چون بدید ** اشتر خود را که آن جا میچرید
- Deveyi orada aramadığı halde bulunca o an hakikaten deveye talip kesilir. Bu nişaneler, apaçık ve inanılır deliller.
- او طلب کار شتر آن لحظه گشت ** مینجستش تا ندید او را به دشت
- Ondan sonra yalnızca yürümeye başlar, gözünü kendi devesine açar.
- بعد از آن تنها روی آغاز کرد ** چشم سوی ناقهی خود باز کرد
- Asıl deve arayan “Beni bıraktın mı, hâlbuki şimdiye kadar arkadaşlık ettik” deyince,
- گفت آن صادق مرا بگذاشتی ** تا به اکنون پاس من میداشتی
- “ Şimdiye kadar abes bir şeyle meşguldüm, tamahtan sana yaltaklanıp duruyordum. 3000
- گفت تا اکنون فسوسی بودهام ** وز طمع در چاپلوسی بودهام
- Bu arayışta senden zahiren, cismen ayrıldım ama asıl şimdi seninle derttaş oldum.
- این زمان هم درد تو گشتم که من ** در طلب از تو جدا گشتم به تن
- Şimdiye kadar devenin evsafını senden çalmıştım. Hâlbuki şimdi canım, benimkini gördü, artık gözüm doydu.
- از تو میدزدیدمی وصف شتر ** جان من دید آن خود شد چشم پر
- Onu görmedikçe aramadım, istemedim. Fakat şimdi bakır mağlûp oldu, altın üst geldi.
- تا نیابیدم نبودم طالبش ** مس کنون مغلوب شد زر غالبش
- Bütün suçlarım, şükür olsun, ibadet oldu, alay fena buldu, doğruluk kaldı.
- سیئاتم شد همه طاعات شکر ** هزل شد فانی و جد اثبات شکر
- Suçlarım, Hakk’a vesile oldu. Gayri suçlarımı kınama, onlara dokunma. 3005
- سیئاتم چون وسیلت شد به حق ** پس مزن بر سیئاتم هیچ دق
- Seni, doğruluğun arayıcı etmişti. Bana da ciddiyetim ve araştırmam doğruluk kapısını açtı.
- مر ترا صدق تو طالب کرده بود ** مر مرا جد و طلب صدقی گشود
- Seni, doğruluğun aramaya sevk etti, beni de aramam doğruluğa çekti.
- صدق تو آورد در جستن ترا ** جستنم آورد در صدقی مرا
- Alay olsun diye, iş olsun diye yere devlet tohumu ekiyordum.
- تخم دولت در زمین میکاشتم ** سخره و بیگار میپنداشتم
- Hâlbuki onun aslı varmış, hakikî kazancımmış, ektiğim her taneye bedel yüzlerce tane çıktı” diye cevap verir.
- آن نبد بیگار کسبی بود چست ** هر یکی دانه که کشتم صد برست
- Hırsız, bir eve girmeğe kalkışır, girince görür ki girdiği kendi eviymiş! 3010
- دزد سوی خانهای شد زیر دست ** چون در آمد دید کان خانهی خود است
- Ey soğuk, hararetlen ki ısınasın, sertliğe alış ki yumuşayasın.
- گرم باش ای سرد تا گرمی رسد ** با درشتی ساز تا نرمی رسد
- O iki deve değildir ki, bir devedir. Fakat söz dar, mana ise pek geniş!
- آن دو اشتر نیست آن یک اشتر است ** تنگ آمد لفظ معنی بس پر است
- Söz manaya daima kifayetsiz. Onun için Peygamber” Allah’ı bilenin dili tutulur” dedi.
- لفظ در معنی همیشه نارسان ** ز آن پیمبر گفت قد کل لسان
- Söz, hesapta usturlaba benzer. Usturlap, göğü güneşi ne kadar bilebilir ki?
- نطق اصطرلاب باشد در حساب ** چه قدر داند ز چرخ و آفتاب
- Hele bu gök olursa bu öyle bir gök ki, gökyüzü, buna nispetle bir katre. Bu güneş o güneşe nispetle bir zerre! 3015
- خاصه چرخی کاین فلک زو پرهای است ** آفتاب از آفتابش ذرهای است
- Her an bir Mescidi Dırâr var
- بیان آن که در هر نفسی فتنهی مسجد ضرار است
- Münafıkların yaptıkları mescidin hakikî bir mescit olmayıp hile yurdu, Yahudi tuzağı olduğu anlaşılınca,
- چون پدید آمد که آن مسجد نبود ** خانهی حیلت بد و دام جهود
- Peygamber “ Onu yıkın! Süprüntülük, küllük, gübürlük yapın” buyurdu.
- پس نبی فرمود کان را بر کنید ** مطرحهی خاشاک و خاکستر کنید
- Mescidin sahibi de mescit gibi kalptı. Tuzağa saçtığın taneler, cömertlik sayılmaz ki.
- صاحب مسجد چو مسجد قلب بود ** دانهها بر دام ریزی نیست جود
- Oltandaki et lokması, balığı avlamak içindir. Öyle bir lokma ne ihsandır, ne cömertlik!
- گوشت کاندر شست تو ماهی رباست ** آن چنان لقمه نه بخشش نه سخاست
- Kubâ’lıların Mescidi, taştan, topraktan ibaretken yine kendisinin naziri olmayan Mescid- i Dırar’ın vücuduna meydan vermedi. 3020
- مسجد اهل قبا کان بد جماد ** آن چه کفو او نبد راهش نداد
- Taşa toprağa bile böyle bir zulüm ve sitem yapılmadı. Adalet emîri olan Resulullah, Kubâ mescidine benzemeyen o mescide şûle vurdu, onu yakıp yıktı!
- در جمادات این چنین حیفی نرفت ** زد در آن ناکفو امیر داد نفت
- Asılların aslı olan hakikatlerin de, bil ki, farkları, ayrılıkları vardır.
- پس حقایق را که اصل اصلهاست ** دان که آن جا فرقها و فصلهاست
- Ne hayatı onun hayatına benzer, ne mematı onun mematına.
- نه حیاتش چون حیات او بود ** نه مماتش چون ممات او بود
- Hatta kabrini bile öbürünün kabri gibi sanma. O cihanın farkını ben nasıl söyleyeyim?
- گور او هرگز چو گور او مدان ** خود چه گویم حال فرق آن جهان
- Ey iş eri, sen işini mehenge vur da bir Mescid’i Dırâr da sen yapma. 3025
- بر محک زن کار خود ای مرد کار ** تا نسازی مسجد اهل ضرار
- Sen o mescit yapanları kınıyor, onlarla alay ediyorsun ama gözünü çevirip baksan görürsün ki sen de onlardansın!
- بس بر آن مسجد کنان تسخر زدی ** چون نظر کردی تو خود ز یشان بدی
- Bir iş için savaşan, fakat kendisinin de o hale müptelâ olduğundan haberi olmayan Hintli
- حکایت هندو که با یار خود جنگ میکرد بر کاری و خبر نداشت که او هم بدان مبتلاست
- Dört Hintli bir mescitte Allah’a ibadet için namaza durmuşlar, rükû ve sücuda koyulmuşlardı.
- چار هندو در یکی مسجد شدند ** بهر طاعت راکع و ساجد شدند
- Her biri niyet edip tekbir alarak huzur ve huşuyla namaz kılmaktaydı.
- هر یکی بر نیتی تکبیر کرد ** در نماز آمد به مسکینی و درد
- Bu sırada müezzin içeriye girdi. Hintlilerin birisinin ağzından bilâihtiyar bir söz çıktı; “ Müezzin, ezanı okudun mu, yoksa vakit var mı?”
- موذن آمد از یکی لفظی بجست ** کای موذن بانگ کردی وقت هست
- Öbür Hintli, namaz içinde olduğu halde “ Sus yahu, konuştun, namazın bozuldu.” dedi. 3030
- گفت آن هندوی دیگر از نیاز ** هی سخن گفتی و باطل شد نماز