- Zanlarda bazen hata olur; fakat bu ne biçim zandır ki yoldan kör olarak gelmektedir!
- سهو باشد ظنها را گاه گاه ** این چه ظن است این که کور آمد ز راه
- Ey başkalarına ağlayan göz, gel, bir müddetçik otur da kendine ağla!
- دیده آ بر دیگران نوحهگری ** مدتی بنشین و بر خود میگری
- Dal, ağlayan buluttan yeşerir, tazeleşir. Çünkü mum, ağlamakla daha aydın bir hale gelir. 480
- ز ابر گریان شاخ سبز و تر شود ** ز آنکه شمع از گریه روشنتر شود
- Nerde ağlıyorlarsa orda otur, çünkü sen, ağlamaya daha lâyıksın!
- هر کجا نوحه کنند آن جا نشین ** ز آنکه تو اولیتری اندر حنین
- EKSIK
- ز آن که ایشان در فراق فانیاند ** غافل از لعل بقای کانیاند
- Çünkü gönülde taklit nakşı var; yürü bendini gözyaşıyla yık!
- ز آن که بر دل نقش تقلید است بند ** رو به آب چشم بندش را برند
- Taklit, her iyiliğin afetidir. Sağlam bir dağ bile hakikatte samandan ibarettir.
- ز آن که تقلید آفت هر نیکویی است ** که بود تقلید اگر کوه قوی است
- Köre; kuvvetli ve tez kızar olsa bile bir et parçasıdır, gözü yok! 485
- گر ضریری لمترست و تیز خشم ** گوشت پارهش دان چو او را نیست چشم
- Kıldan ince söz söylese bile gönlünün, o sözden haberi olmaz.
- گر سخن گوید ز مو باریکتر ** آن سرش را ز آن سخن نبود خبر
- Kendi sözüyle sarhoş olur ama onunla şarap arasında ne kadar yol var!
- مستیی دارد ز گفت خود و لیک ** از بر وی تا به می راهی است نیک
- Irmağa benzer, su içemez ki. Su, arktan su içecekler için akıp gider.
- همچو جوی است او نه او آبی خورد ** آب از او بر آب خواران بگذرد
- Onun içindir ki su, arkta durmaz; su susamış değildir ki, su içemez ki!
- آب در جو ز آن نمیگیرد قرار ** ز آن که آن جو نیست تشنه و آب خوار
- Taklide düşen ney gibi feryat eder ama ancak o feryadı dinlemek isteyen için. 490
- همچو نایی نالهی زاری کند ** لیک بیگار خریداری کند
- Mukallit, söz söylerken ağlasa bile habîsin maksadı, ancak tamahtır.
- نوحهگر باشد مقلد در حدیث ** جز طمع نبود مراد آن خبیث
- Ağlar da yanık sözler söyler. Fakat kendisinde yanan yürek nerde, yırtılan etek nerde?
- نوحهگر گوید حدیث سوزناک ** لیک کو سوز دل و دامان چاک
- Muhakkikle mukallit arasında çok fark vardır. Bu Davut gibidir, öbürü ses gibi!
- از محقق تا مقلد فرقهاست ** کاین چو داود است و آن دیگر صداست
- Bunun sözleri yanıklıktan doğar, öbürüyse söylenmiş köhne sözleri belleyip nakleder.
- منبع گفتار این سوزی بود ** و آن مقلد کهنه آموزی بود
- Kendine gel, kendine! O hüzünlü sözlere kapılma. Öküzün üstünde yük var, kağnı da feryat edip ağlıyor! 495
- هین مشو غره بدان گفت حزین ** بار بر گاو است و بر گردون حنین
- Ama mukallit da sevaptan mahrum değildir. Hesaba gelince ağlayıcıya da para verirler.
- هم مقلد نیست محروم از ثواب ** نوحهگر را مزد باشد در حساب
- Kâfir de Allah der, mümin de. Fakat ikisinin arasında adamakıllı fark var.
- کافر و مومن خدا گویند لیک ** در میان هر دو فرقی هست نیک
- O yoksul, ekmek için Allah der, haramdan çekinense candan, gönülden.
- آن گدا گوید خدا از بهر نان ** متقی گوید خدا از عین جان
- Eğer yoksul, söylediği sözü bilseydi, gözünde ne az kalırdı ne çok!
- گر بدانستی گدا از گفت خویش ** پیش چشم او نه کم ماندی نه پیش
- Ekmek isteyen yıllardır Allah der, fakat saman için Mushaf taşıyan eşeğe benzer. 500
- سالها گوید خدا آن نان خواه ** همچو خر مصحف کشد از بهر کاه
- Dudağındaki gönlünden doğsa, gönlünü aydınlatsaydı bedeni zerre zerre olurdu.
- گر بدل در تافتی گفت لبش ** ذره ذره گشته بودی قالبش
- Şeytan’ın adı büyü yapmaya yara, sen de Allah adıyla mangır elde edersin!
- نام دیوی ره برد در ساحری ** تو به نام حق پشیزی میبری
- Köylünün karanlıkta öküz sanıp aslanı okşaması
- خاریدن روستایی در تاریکی شیر را به گمان آن که گاو اوست
- Köylünün biri, öküzünü ahıra bağlamıştı. Aslan gelip öküzü yedi, yerine geçip oturdu.
- روستایی گاو در آخر ببست ** شیر گاوش خورد و بر جایش نشست
- Köylü geceleyin ahıra gidip köşeye, bucağa el atarak öküzü aramaya koyuldu.
- روستایی شد در آخر سوی گاو ** گاو را میجست شب آن کنج کاو
- Elini aslana sürmekte, sırtını yağrısını yukarı aşağı okşamaktaydı. 505
- دست میمالید بر اعضای شیر ** پشت و پهلو گاه بالا گاه زیر
- Aslan “ Aydınlık olaydı ödü patlar, yüreği kan kesilirdi.
- گفت شیر ار روشنی افزون شدی ** زهرهاش بدریدی و دل خون شدی
- Fakat şimdi pervasızca beni okşuyor, kaşıyor. Çünkü gece vakti beni öküz sanıyor demekteydi.
- این چنین گستاخ ز آن میخاردم ** کاو درین شب گاو میپنداردم
- Hak da “Ey mağrur kör, Tur dağı benim adımdan paramparça olmadı mı?
- حق همیگوید که ای مغرور کور ** نه ز نامم پاره پاره گشت طور
- Eğer biz kitabımızı dağa indirseydik dağ parçalanır, yerinden kopar, başka bir yere göçerdi.
- که لو انزلنا کتابا للجبل ** لانصدع ثم انقطع ثم ارتحل
- Eğer Uhud Dağı, beni anlasaydı o dağdan ırmak, ırmak kan akardı.” deyip duruyor, 510
- از من ار کوه احد واقف بدی ** پاره گشتی و دلش پر خون شدی
- Sen bu adı babandan, anandan işittin de onun için bu ada gafilce yapıştın.
- از پدر وز مادر این بشنیدهای ** لاجرم غافل در این پیچیدهای
- Bu sırrı taklitsiz anlasan Allah lütfuyla nişansız bir hale gelir, hâtife benzersin.
- گر تو بیتقلید از این واقف شوی ** بینشان از لطف چون هاتف شوی
- Tehdit için söyleyeceğimiz şu hikâyeyi duy da taklidin zararını bil!
- بشنو این قصه پی تهدید را ** تا بدانی آفت تقلید را
- Sofilerin, sema için konuğun eşeğini satmaları
- فروختن صوفیان بهیمهی مسافر را جهت سماع
- Bir sofi yoldan gelip bir tekkeye misafir oldu. Eşeğini götürüp ahıra çekti.
- صوفیی در خانقاه از ره رسید ** مرکب خود برد و در آخر کشید
- Eliyle sucağızını, yemceğizini verdi. Bundan önce söylediğimiz hikâyedeki gibi yapmadı. 515
- آب کش داد و علف از دست خویش ** نه چنان صوفی که ما گفتیم پیش
- İhtiyatlı davrandı, fakat kaza gelince ihtiyatın ne faydası olur?
- احتیاطش کرد از سهو و خباط ** چون قضا آید چه سود است احتیاط
- Sofiler, yok, yoksul kişilerdi. Yoksulluk, az kala helâk edici bir küfür ola yazdı.
- صوفیان در جوع بودند و فقیر ** کاد فقر أن یعی کفرا یبیر
- Ey zengin, sen toksun, sakın o dertli yoksulun aykırı hareketine gülme!
- ای توانگر که تو سیری هین مخند ** بر کجی آن فقیر دردمند
- O sofiler, acizlikten umumiyetle birleşip merkebi satmaya karar verdiler.
- از سر تقصیر آن صوفی رمه ** خر فروشی در گرفتند آن همه
- Zarurette murdar da mubahtır. Nice kötü şeyler vardır ki zarurette iyi ve doğru olur. 520
- کز ضرورت هست مرداری مباح ** بس فسادی کز ضرورت شد صلاح
- Hemencecik o eşekceğizi sattılar, yiyecek aldılar. Mumlar yaktılar.
- هم در آن دم آن خرک بفروختند ** لوت آوردند و شمع افروختند
- Tekkeye, bu gece yemek var, sema var diye bir velveledir düştü.
- ولوله افتاد اندر خانقه ** کامشبان لوت و سماع است و شره
- “Bu sabır niceye dek, bu üç günlük oruç ne vakte kadar, bu zembil taşıyıp dilenme ne zamana sürüp gidecek?
- چند از این صبر و از این سه روزه چند ** چند از این زنبیل و این دریوزه چند
- Biz de halktanız, bizim de canımız var. Bu gece devlete erdik, konuk geldi” dediler.
- ما هم از خلقیم و جان داریم ما ** دولت امشب میهمان داریم ما
- Hakikatte can olmayanı can sandıkları için batıl tohum ektiler. 525
- تخم باطل را از آن میکاشتند ** کان که آن جان نیست جان پنداشتند
- O konuk da uzak yoldan gelmiş, yorulmuştu. O iltifatı,
- و آن مسافر نیز از راه دراز ** خسته بود و دید آن اقبال و ناز
- Sofilerin kendisini birer, birer ağırladığını, güzel bir surette izzet ve ikram tavlasını oynamakta bulunduklarını,
- صوفیانش یک به یک بنواختند ** نرد خدمتهای خوش میباختند