English    Türkçe    فارسی   

2
815-864

  • Şu halde her devirde peygamber yerine bir veli vardır, bu sınama kıyamete kadar daimidir. 815
  • پس به هر دوری ولیی قایم است ** تا قیامت آزمایش دایم است‏
  • Kimde iyi huy varsa kurtulmuştur; kimin kalbi sırçadansa sınmıştır.
  • هر که را خوی نکو باشد برست ** هر کسی کاو شیشه دل باشد شکست‏
  • İşte diri ve faal imam, o velidir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan!
  • پس امام حی قایم آن ولی است ** خواه از نسل عمر خواه از علی است‏
  • Ey yol arayan, Mehdi de O’dur, Hadi de O. Hem gizlidir, hem senin karşında oturmakta.
  • مهدی و هادی وی است ای راه جو ** هم نهان و هم نشسته پیش رو
  • O, nura benzer; akıl onun Cebrail’idir. Ondan aşağı olan veli de onun kandilidir.
  • او چو نور است و خرد جبریل اوست ** و آن ولی کم از او قندیل اوست‏
  • Bu kandilden daha aşağı derece de olan veli de kandil konan yerimizdir. Nura mertebe bakımından dereceler vardır. 820
  • و انکه زین قندیل کم مشکات ماست ** نور را در مرتبه ترتیبهاست‏
  • Çünkü Allah nurunun yedi yüz perdesi vardır. Nur perdelerini bu kadar kat bil!
  • ز انکه هفصد پرده دارد نور حق ** پرده‏های نور دان چندین طبق‏
  • Her perdenin ardında bir kavmin durağı var. İmam’a kadar bu perdeler saf saftır.
  • از پس هر پرده قومی را مقام ** صف صف‏اند این پرده‏هاشان تا امام‏
  • Son saftakilerin gözleri, zayıflıktan ön saftakilerin nuruna tahammül edemez.
  • اهل صف آخرین از ضعف خویش ** چشمشان طاقت ندارد نور بیش‏
  • Ön saftakilerin gözleri de görüş zayıflığı yüzünden daha ön saftakilerin nuruna takat getirmez.
  • و آن صف پیش از ضعیفی بصر ** تاب نارد روشنایی بیشتر
  • İlk saftakilerin hayatı olan aydınlık, bu şaşının ruhuna azap ve afettir. 825
  • روشنیی کاو حیات اول است ** رنج جان و فتنه‏ی این احول است‏
  • Şaşılıklar yavaş, yavaş azalır; adam yedi yüz dereceyi geçti mi deniz kesilir.
  • احولیها اندک اندک کم شود ** چون ز هفصد بگذرد او یم شود
  • Demiri yahut altını sâf bir hale getiren ateş, terü taze ayva ve elmaya yarar mı?
  • آتشی کاصلاح آهن یا زر است ** کی صلاح آبی و سیب تر است‏
  • Ayva ve elmanın da az bir hamlığı olabilir, fakat demire benzemezler, hafif bir hararet isterler.
  • سیب و آبی خامیی دارد خفیف ** نه چو آهن تابشی خواهد لطیف‏
  • Hâlbuki o hararet, o şuleler, demir için kâfi değildir. Çünkü demir, ejderha gibi olan ateşin yalımını ister.
  • لیک آهن را لطیف آن شعله‏هاست ** کاو جذوب تابش آن اژدهاست‏
  • O demir, meşakkatlere tahammül eden fakirdir. Çekicin altında, ateşin içinde kıpkırmızı bir hale gelir; ondan hoşlanır. 830
  • هست آن آهن فقیر سخت کش ** زیر پتک و آتش است او سرخ و خوش‏
  • Bu çeşit fakir, ateşin vasıtasız perdecisidir, vasıta ve vesile olmaksızın ateşin ta ortasına kadar girer.
  • حاجب آتش بود بی‏واسطه ** در دل آتش رود بی‏رابطه‏
  • Fakat su ve su oğulları; hicap olmaksızın, bir vasıta bulunmaksızın ne ateşten olgun bir hale gelirler, ne ateşin hitabına mazhar olurlar.
  • بی‏حجاب آب و فرزندان آب ** پختگی ز آتش نیابند و خطاب‏
  • Ayağa, yürümek için nasıl ayakkabı lâzımsa bunlara da ateşten feyz almak için bir tencere yahut tava lâzımdır.
  • واسطه دیگی بود یا تابه‏ای ** همچو پا را در روش پا تابه‏ای‏
  • Yahut da ortada bir yer gerektir ki hava ısınsın, kızsın da harareti suya müessir olsun.
  • یا مکانی در میان تا آن هوا ** می‏شود سوزان و می‏آرد بما
  • Fakir ona derler ki şûlelerle vasıtasız rabıtası vardır. 835
  • پس فقیر آن است کاو بی‏واسطه ست ** شعله‏ها را با وجودش رابطه ست‏
  • Hakikatte âlemin gönlü odur. Çünkü ten (gibi olan âleme) bu gönül vasıtasıyla feyz gelir, ten (gibi olan cihan), bu gönül yüzünden işe yarar.
  • پس دل عالم وی است ایرا که تن ** می‏رسد از واسطه‏ی این دل به فن‏
  • Gönül olmasa ten, konuşmayı ne bilir? Gönül aramasa ten, araştırmadan ne anlar?
  • دل نباشد، تن چه داند گفت‏وگو ** دل نجوید، تن چه داند جستجو
  • Demek ki şûlelerin nazargâhı o demirdir. Şu halde Allah’ın nazargâhı da gönüldür, ten değil!
  • پس نظرگاه شعاع آن آهن است ** پس نظرگاه خدا دل نی تن است‏
  • Sonra bu cüzi olan gönüller de hakikî maden olan gönül sahibinin gönlüne nispetle ten gibidir.
  • باز این دلهای جزوی چون تن است ** با دل صاحب دلی کاو معدن است‏
  • Bu söz, çok misal ister, çok şerh ve izah ister. Fakat avamın anlayışı sürçer diye korkuyorum. 840
  • بس مثال و شرح خواهد این کلام ** لیک ترسم تا نلغزد وهم عام‏
  • Bu suretle iyiliğimiz kötülük olmasın. İyilik yapıyoruz diye kötülükte bulunmayalım, bu söylediğim de ancak kendimde olmadığından, ihtiyarım elimde bulunmadığından.
  • تا نگردد نیکویی ما بدی ** اینکه گفتم هم نبد جز بی‏خودی‏
  • Çarpık ayağa çarpık ayakkabı daha iyi, yoksulun eli ancak kapıya varır.
  • پای کج را کفش کج بهتر بود ** مر گدا را دستگه بر در بود
  • Padişahın, yeni aldığı iki köleyi sınaması
  • امتحان پادشاه به آن دو غلام که نو خریده بود
  • Bir padişah ucuza iki köle satın aldı. Onlardan birisiyle bir iki söz konuştu.
  • پادشاهی دو غلام ارزان خرید ** با یکی ز آن دو سخن گفت و شنید
  • Köleyi anlayışlı, zeki ve tatlı sözlü buldu. Zaten şeker gibi dudaktan ancak şeker şerbeti zuhur eder.
  • یافتش زیرک دل و شیرین جواب ** از لب شکر چه زاید شکر آب‏
  • Âdemoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil, can kapısına perdedir. 845
  • آدمی مخفی است در زیر زبان ** این زبان پرده است بر درگاه جان‏
  • Bir rüzgâr esti de kapıyı kaldırdı mı evin içinde ne varsa görürüz.
  • چون که بادی پرده را در هم کشید ** سر صحن خانه شد بر ما پدید
  • O evde inci mi var, buğday mı; altın hazinesi mi var, yoksa yılan ve akreplerle mi dolu?
  • کاندر آن خانه گهر یا گندم است ** گنج زر یا جمله مار و کژدم است‏
  • Yoksa içerde hazinemi var da kapısında yılan beklemekte? Çünkü altın hazinesi bekçisiz olmaz.
  • یا در او گنج است و ماری بر کران ** ز انکه نبود گنج زر بی‏پاسبان‏
  • Köle, düşünmeden öyle söz söylemekteydi ki başkaları beş yüz defa düşünür de ancak öyle bir söz söyleyebilir.
  • بی‏تامل او سخن گفتی چنان ** کز پس پانصد تامل دیگران‏
  • Sanki içinde deniz var, deniz de baştanbaşa söyleyen incilerle dolu… 850
  • گفتی اندر باطنش دریاستی ** جمله دریا گوهر گویاستی‏
  • Ondan parlayan her incinin nuru, Hak ile bâtılı ayırır.
  • نور هر گوهر کز او تابان شدی ** حق و باطل را از او فرقان شدی‏
  • Kuran’ın nuru da Hak ile bâtılı zerre, zerre fark eder, bize gösterir.
  • نور فرقان فرق کردی بهر ما ** ذره ذره حق و باطل را جدا
  • O incinin nuru, gözümüzün nuru olsaydı suali de biz sorardık, cevabı da biz verirdik.
  • نور گوهر نور چشم ما شدی ** هم سؤال و هم جواب از ما بدی‏
  • Gözünü eğrilttin de onun için ayı iki gördün. İşte bu bakış, şüpheye düşüp sual sormaya benzer.
  • چشم کژ کردی دو دیدی قرص ماه ** چون سؤال است این نظر در اشتباه‏
  • Gözünü doğrult da aya öyle bak ki tek göresin. İşte cevabı da bu! 855
  • راست گردان چشم را در ماهتاب ** تا یکی بینی تو مه را نک جواب‏
  • Düşünceni doğrult, iyi bak. Çünkü düşünce de o incinin pırıltılarındandır.
  • فکرتت که کژ مبین نیکو نگر ** هست آن فکرت شعاع آن گهر
  • Kulaktan gönle doğan her cevaba göz; onu bırak, cevabı benden duy der.
  • هر جوابی کان ز گوش آید به دل ** چشم گفت از من شنو آن را بهل‏
  • Kulak vasıtadır, vuslata erense göz; Göz hâl sahibidir, kulaksa dedikoduda!
  • گوش دلاله ست و چشم اهل وصال ** چشم صاحب حال و گوش اصحاب قال‏
  • Kulağın duygusu sıfatları tebdil eder, hâlbuki gözlerin apaçık görgüsü, mahiyetleri bile değiştirir.
  • در شنود گوش تبدیل صفات ** در عیان دیدها تبدیل ذات‏
  • Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakîn hâsıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma. 860
  • ز آتش ار علمت یقین شد از سخن ** پختگی جو در یقین منزل مکن‏
  • Yanmadıkça o bilgi, Aynel Yakîn değildir. Bu yakîn’i istiyorsan ateşe dal.
  • تا نسوزی نیست آن عین الیقین ** این یقین خواهی در آتش در نشین‏
  • Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönle tesir etmez.
  • گوش چون نافذ بود دیده شود ** ور نه قل در گوش پیچیده شود
  • Bu sözün sonu gelmez. Geri dön de padişah o kölelere ne yaptı, onu anlat!
  • این سخن پایان ندارد باز گرد ** تا که شه با آن غلامانش چه کرد
  • Padişahın o kölelerden birini bir yere yollayıp öbüründen bazı şeyler sorması
  • به راه کردن شاه یکی را از آن دو غلام و از این دیگر پرسیدن
  • Padişah o köleciği zeki görünce öbürüne “Beri gel” diye emretti.
  • آن غلامک را چو دید اهل ذکا ** آن دگر را کرد اشارت که بیا