- Köle, düşünmeden öyle söz söylemekteydi ki başkaları beş yüz defa düşünür de ancak öyle bir söz söyleyebilir.
- بیتامل او سخن گفتی چنان ** کز پس پانصد تامل دیگران
- Sanki içinde deniz var, deniz de baştanbaşa söyleyen incilerle dolu… 850
- گفتی اندر باطنش دریاستی ** جمله دریا گوهر گویاستی
- Ondan parlayan her incinin nuru, Hak ile bâtılı ayırır.
- نور هر گوهر کز او تابان شدی ** حق و باطل را از او فرقان شدی
- Kuran’ın nuru da Hak ile bâtılı zerre, zerre fark eder, bize gösterir.
- نور فرقان فرق کردی بهر ما ** ذره ذره حق و باطل را جدا
- O incinin nuru, gözümüzün nuru olsaydı suali de biz sorardık, cevabı da biz verirdik.
- نور گوهر نور چشم ما شدی ** هم سؤال و هم جواب از ما بدی
- Gözünü eğrilttin de onun için ayı iki gördün. İşte bu bakış, şüpheye düşüp sual sormaya benzer.
- چشم کژ کردی دو دیدی قرص ماه ** چون سؤال است این نظر در اشتباه
- Gözünü doğrult da aya öyle bak ki tek göresin. İşte cevabı da bu! 855
- راست گردان چشم را در ماهتاب ** تا یکی بینی تو مه را نک جواب
- Düşünceni doğrult, iyi bak. Çünkü düşünce de o incinin pırıltılarındandır.
- فکرتت که کژ مبین نیکو نگر ** هست آن فکرت شعاع آن گهر
- Kulaktan gönle doğan her cevaba göz; onu bırak, cevabı benden duy der.
- هر جوابی کان ز گوش آید به دل ** چشم گفت از من شنو آن را بهل
- Kulak vasıtadır, vuslata erense göz; Göz hâl sahibidir, kulaksa dedikoduda!
- گوش دلاله ست و چشم اهل وصال ** چشم صاحب حال و گوش اصحاب قال
- Kulağın duygusu sıfatları tebdil eder, hâlbuki gözlerin apaçık görgüsü, mahiyetleri bile değiştirir.
- در شنود گوش تبدیل صفات ** در عیان دیدها تبدیل ذات
- Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakîn hâsıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma. 860
- ز آتش ار علمت یقین شد از سخن ** پختگی جو در یقین منزل مکن
- Yanmadıkça o bilgi, Aynel Yakîn değildir. Bu yakîn’i istiyorsan ateşe dal.
- تا نسوزی نیست آن عین الیقین ** این یقین خواهی در آتش در نشین
- Kulak, hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönle tesir etmez.
- گوش چون نافذ بود دیده شود ** ور نه قل در گوش پیچیده شود
- Bu sözün sonu gelmez. Geri dön de padişah o kölelere ne yaptı, onu anlat!
- این سخن پایان ندارد باز گرد ** تا که شه با آن غلامانش چه کرد
- Padişahın o kölelerden birini bir yere yollayıp öbüründen bazı şeyler sorması
- به راه کردن شاه یکی را از آن دو غلام و از این دیگر پرسیدن
- Padişah o köleciği zeki görünce öbürüne “Beri gel” diye emretti.
- آن غلامک را چو دید اهل ذکا ** آن دگر را کرد اشارت که بیا
- Buradaki sevgiye ve acımaya delâlet eden “ceğiz” eki küçültme, horlama için değildir. Nitekim ana oğul’a “yavrucuğum” derse bu horlama sayılmaz. 865
- کاف رحمت گفتمش تصغیر نیست ** جد چو گوید طفلکم تحقیر نیست
- İkinci köle padişahın huzuruna geldi. Ağzı kokuyordu, dişleri de kapkaraydı.
- چون بیامد آن دوم در پیش شاه ** بود او گنده دهان دندان سیاه
- Padişah, onun sözünden pek hoşlanmadı ama nesi var, nesi yok diye sırlarını aramaya koyuldu.
- گر چه شه ناخوش شد از گفتار او ** جستجویی کرد هم ز اسرار او
- “Bu şekilde, bu pis kokulu ağızla biraz ötede otur; fakat o kadar da ileri gitme.
- گفت با این شکل و این گند دهان ** دور بنشین لیک آن سو تر مران
- Çünkü seninle uzaktan konuşmak gerek. Benimle düşüp kalkamazsın, benimle bir yerde oturamazsın.
- که تو اهل نامه و رقعه بدی ** نه جلیس و یار و هم بقعه بدی
- Biraz ötede dur da senin o ağzını bir tedavi edelim. Sen güzelsin, ben de hünerli bir doktorum. 870
- تا علاج آن دهان تو کنیم ** تو حبیب و ما طبیب پر فنیم
- Bir pire için yepyeni bir kilim yakılmaz ya. Sana da büsbütün göz yummak doğru değil.
- بهر کیکی نو گلیمی سوختن ** نیست لایق از تو دیده دوختن
- Bütün ayıplarınla beraber otur, iki üç hikâye söyle de aklın nasıl bir göreyim” dedi.
- با همه بنشین دو سه دستان بگو ** تا ببینم صورت عقلت نکو
- O zeki köleyi de “ Haydi git yıkanıp arın” diye hamama yolladı.
- آن ذکی را پس فرستاد او به کار ** سوی حمامی که رو خود را بخار
- Huzurundaki köleye “Aferin, sen akıllı bir adamsın, Hakikatte yüz köle değersin, bir değil.
- وین دگر را گفت خه تو زیرکی ** صد غلامی در حقیقت نه یکی
- Kapı yoldaşın, hakkında kötü şeyler söyledi, fakat sen hiç de öyle değilsin. O hasetçi herif, az kalsın bizi senden soğutuyordu. 875
- آن نهای که خواجهتاش تو نمود ** از تو ما را سرد میکرد آن حسود
- Senin hakkında, hırsızdır, doğru adam değildir, münasebetsiz hareketlerde bulunur, ahlâksızdır, lânettir, şöyledir, böyledir demişti.” Dedi.
- گفت او دزد و کژ است و کژنشین ** حیز و نامرد و چنان است و چنین
- Köle dedi ki: “ O daima doğru söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim.
- گفت پیوسته بده ست او راست گو ** راست گویی من ندیده ستم چو او
- Doğru söyleme, yaradılışında vardır. Ne dese, aslı yok diyemem.
- راست گویی در نهادش خلقتی است ** هر چه گوید من نگویم تهمتی است
- O iyi düşünceli adamı ben kötü bilmem, kusuru üstüme alırım doğrusu.
- کژ ندانم آن نکو اندیش را ** متهم دارم وجود خویش را
- Padişahım, olabilir ki o bende bazı ayıplar görmüştür de ben onları kendimde görememişimdir. 880
- باشد او در من ببیند عیبها ** من نبینم در وجود خود شها
- Herkes, önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah etmekten gaflet eder miydi?
- هر کسی گر عیب خود دیدی ز پیش ** کی بدی فارغ خود از اصلاح خویش
- Halk kendisisinden gafildir babam gafil. Onun için birbirlerinin kusurunu görürler.
- غافلند این خلق از خود ای پدر ** لاجرم گویند عیب همدگر
- Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü görürsün.
- من نبینم روی خود را ای شمن ** من ببینم روی تو تو روی من
- Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan artıktır.
- آن کسی که او ببیند روی خویش ** نور او از نور خلقان است بیش
- O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Allah görüşüdür. 885
- گر بمیرد دید او باقی بود ** ز انکه دیدش دید خلاقی بود
- Kendi yüzünü, gözünün önünde apaçık bir surette gören nur, bildiğimiz nur değildir”.
- نور حسی نبود آن نوری که او ** روی خود محسوس بیند پیش رو
- Padişah “Şimdi o senin ayıplarını söylediğin gibi sen de onun ayıplarını söyle
- گفت اکنون عیبهای او بگو ** آن چنان که گفت او از عیب تو
- Ki, benim dostum olduğunu, memleketimde emin bir vekilim bulunduğunu ve beni sevdiğini bileyim” dedi.
- تا بدانم که تو غم خوار منی ** کدخدای ملکت و کار منی
- Köle dedi ki; “Padişahım, o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da kusurlarını söyleyeyim:
- گفت ای شه من بگویم عیبهاش ** گر چه هست او مر مرا خوش خواجهتاش
- Kusuru; sevgi, vefa, insanlık, doğruluk, zekâ ve dostluktur. 890
- عیب او مهر و وفا و مردمی ** عیب او صدق و ذکا و هم دمی
- En ehemmiyetsiz kusuru cömertlik, düşkünlere yardım etmektir. Ama nasıl cömertlik? Canını da verir.
- کمترین عیبش جوانمردی و داد ** آن جوانمردی که جان را هم بداد
- Allah bu can bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Bunu görmeyen kişi nasıl cömert olabilir?
- صد هزاران جان خدا کرده پدید ** چه جوانمردی بود کان را ندید
- Eğer görseydin nasıl olur da can vermeden çekinir, bir can için bu kadar tasalanırdın?
- ور بدیدی کی به جان بخلش بدی ** بهر یک جان کی چنین غمگین شدی
- Su kenarındayken suyu sakınan, esirgeyen, ancak ırmağı görmeyendir.
- بر لب جو بخل آب آن را بود ** کاو ز جوی آب نابینا بود
- Peygamber “Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakînen bilen, 895
- گفت پیغمبر که هر که از یقین ** داند او پاداش خود در یوم دین
- Bire on karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit adam, türlü, türlü cömertlikler icat eder.” dedi.
- که یکی را ده عوض میآیدش ** هر زمان جودی دگرگون زایدش
- Cömertlik, bütün karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır.
- جود جمله از عوضها دیدن است ** پس عوض دیدن ضد ترسیدن است
- Nekeslik de karşılıkları görmemektir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı sevindirir.
- بخل نادیدن بود اعواض را ** شاد دارد دید در خواض را