- Onun için hiçbir şey sormayayım, sabredeyim de sabırla muradıma erişeyim” dedi. 1840
- تا بپرسم نه خمش صبری کنم ** تا به صبری بر مرادی بر زنم
- Sabretti, bir müddet gönlü sıkıldı, fakat nihayet meseleyi anladı. Çünkü sabır, genişliğin anahtarıdır.
- صبر کرد و بود چندی در حرج ** کشف شد کالصبر مفتاح الفرج
- Lokman’ın Davud aleyhisselâm’ı demir halkalar yaparken görüp merak etmesi, sabredersem elbette anlarım diye sormayıp sabretmesi
- صبرکردن لقمان چون دید کی داود حلقهها میساخت از سال کردن با این نیت کی صبر از سال موجب فرج باشد
- Lokman, tertemiz Davud’un yanına gitmiş, onun demir halkalar yapmakta olduğunu görmüştü.
- رفت لقمان سوی داود صفا ** دید کو میکرد ز آهن حلقهها
- O yüce padişah demir halkalar yapıyor, halkaları birbirine takıyordu.
- جمله را با همدگر در میفکند ** ز آهن پولاد آن شاه بلند
- Lokman silah yapma sanatını pek görmemişti, şaşırıp kaldı, vesveseleri arttı.
- صنعت زراد او کم دیده بود ** درعجب میماند وسواسش فزود
- Bu nedir acaba, şunu bir sorsam, bu kat kat halkalarla ne yapıyorsun desem, dedi. 1845
- کین چه شاید بود وا پرسم ازو ** که چه میسازی ز حلقه تو بتو
- Sonra yine kendi kendisine dedi ki: “ Dur hele sabır daha iyi. Sabır, adamı maksadına çabucak ulaştırır.
- باز با خود گفت صبر اولیترست ** صبر تا مقصود زوتر رهبرست
- Sormazsam iş daha çabuk anlaşılır. Sabırlı kuş, bütün kuşlardan daha iyi uçar.
- چون نپرسی زودتر کشفت شود ** مرغ صبر از جمله پرانتر بود
- Fakat sorarsam maksadı daha geç anlarım, kolaycacık anlayacağım şey, bu sorgumla güçleşir.
- ور بپرسی دیرتر حاصل شود ** سهل از بی صبریت مشکل شود
- Lokman, orada bir müddet sabredip durdu. Bu müddet içinde Davud da zırhı yapıp tamamladı.
- چونک لقمان تن بزد هم در زمان ** شد تمام از صنعت داود آن
- Kerem ve sabır sahibi Lokman’ın önünde bedenine geçirip giyindi. 1850
- پس زره سازید و در پوشید او ** پیش لقمان کریم صبرخو
- “Civanım, bu, savaşta yaralanmamak için güzel bir elbisedir” dedi.
- گفت این نیکو لباسست ای فتی ** درمصاف و جنگ دفع زخم را
- Lokman dedi ki. “Sabır da güzel bir iş. Her dertte ona sığınmak gerek, her gamı o giderir.”
- گفت لقمان صبر هم نیکو دمیست ** که پناه و دافع هر جا غمیست
- A kişi “Vel asri” suresinin sonunu dikkatlice oku da bak. Allah o surede sabrı hakla beraber andı, sabrı hakka eş etti.
- صبر را با حق قرین کرد ای فلان ** آخر والعصر را آگه بخوان
- Allah, yüz binlerce kimya yarattı ama insan, sabır gibi bir kimya görmedi.
- صد هزاران کیمیا حق آفرید ** کیمیایی همچو صبر آدم ندید
- Körün Mushaf okuması hikâyesinin sonu
- بقیهی حکایت نابینا و مصحف
- Konuk da sabretti. Ansızın müşkül halloldu, anlamak istediğini anladı. 1855
- مرد مهمان صبرکرد و ناگهان ** کشف گشتش حال مشکل در زمان
- Gece yarısı Kur’an sesini duydu. Uykusundan sıçradı, şu acayip şeyi gördü:
- نیمشب آواز قرآن را شنید ** جست از خواب آن عجایب را بدید
- Kör, mushaftan Kur’an okumaktaydı. Hem de doğru olarak okuyordu. Sabırsızlandı, bu hali sordu, dedi ki:
- که ز مصحف کور میخواندی درست ** گشت بیصبر و ازو آن حال جست
- “Gözün kör olduğu halde şaştım doğrusu, bu satırları nasıl okuyabiliyorsun sen?
- گفت آیا ای عجب با چشم کور ** چون همیخوانی همیبینی سطور
- Okuduğun satıra bakmakta, elini okuduğun harflerin üstünde gezdirmektesin.
- آنچ میخوانی بر آن افتادهای ** دست را بر حرف آن بنهادهای
- Parmağını satırlar üstünde gezdirişinden anlaşılıyor, mutlaka harfleri görüyorsun.” 1860
- اصبعت در سیر پیدا میکند ** که نظر بر حرف داری مستند
- Kör dedi ki. “Ey ten bilgisizliğinden kurtulan, bunu Allah yapamaz mı ki? Neye şaşırıyorsun?
- گفت ای گشته ز جهل تن جدا ** این عجب میداری از صنع خدا
- Ben Allah’a, ey yardımcım olan Allah, ey yardım dilenen Rabbim, adam canına nasıl düşkünse ben de Kur’an okumaya öyle düşkünüm.
- من ز حق در خواستم کای مستعان ** بر قرائت من حریصم همچو جان
- Fakat hafız değilim ki, Yarabbi Kur’an okuyacağım vakit gözlerime illetsiz bir nur ver,
- نیستم حافظ مرا نوری بده ** در دو دیده وقت خواندن بیگره
- Benim gözlerimi aç da Kur’an’ı elime alıp okuyayım diye dua ettim.
- باز ده دو دیدهام را آن زمان ** که بگیرم مصحف و خوانم عیان
- Allah’tan ey Kur’an’a düşkün adam, ey her dertte bize yüz tutan, bizden ümidini kesmeyen kişi, 1865
- آمد از حضرت ندا کای مرد کار ** ای بهر رنجی به ما اومیدوار
- Senin bize karşı öyle bir hüsnü zan, o ümit, sana daima yücel, yüksel demekte.
- حسن ظنست و امیدی خوش ترا ** که ترا گوید بهر دم برتر آ
- Ne vakit Kur’an okumak istersen, ne vakit mushafı eline alırsan,
- هر زمان که قصد خواندن باشدت ** یا ز مصحفها قرائت بایدت
- Ben de o zaman sana gözlerinin nurunu bağışlayacağım ey yaratılışı büyük kişi, diye nida geldi.
- من در آن دم وا دهم چشم ترا ** تا فرو خوانی معظم جوهرا
- Öyle de yaptı Allah’ım, ben ne vakit okumak üzere mushafı elime alır, açarsam,
- همچنان کرد و هر آنگاهی که من ** وا گشایم مصحف اندر خواندن
- Her şeyi bilen, hiçbir işten gafil olmayan o ulu padişah. 1870
- آن خبیری که نشد غافل ز کار ** آن گرامی پادشاه و کردگار
- O tek Allah, gece çırağı gibi gözlerimin nurunu ihsan etmekte”
- باز بخشد بینشم آن شاه فرد ** در زمان همچون چراغ شبنورد
- Allah, ne alırsa ona karşılık ihsanda bulunur. Velî bu sebeple Allah’a itiraz etmez.
- زین سبب نبود ولی را اعتراض ** هرچه بستاند فرستد اعتیاض
- Bağını mı yaktı? Sana bir bağ dolusu üzüm ihsan eder; yas içinde neşe verir.
- گر بسوزد باغت انگورت دهد ** در میان ماتمی سورت دهد
- O elsiz çolağa da el verir, gamlara maden olan kişiye neşeli, sarhoş bir gönül bağışlar.
- آن شل بیدست را دستی دهد ** کان غمها را دل مستی دهد
- Kaybettiğimiz şey büyük ve değerli bir şey bile olsa mademki bize karşılık olarak ihsanlarda bulunuyor, şu halde itiraz etmemize imkân yok. 1875
- لا نسلم و اعتراض از ما برفت ** چون عوض میآید از مفقود زفت
- Ortada ateş olmadığı halde bana hararet verdikten, beni ısıttıktan sonra ateşimi söndürse de razıyım.
- چونک بی آتش مرا گرمی رسد ** راضیم گر آتشش ما را کشد
- Mademki mumsuz da aydınlık vermekte, mumun sönüşüne neye feryat ediyorsun?
- بی چراغی چون دهد او روشنی ** گر چراغت شد چه افغان میکنی
- Bazı veliler, Allah hükümlerine razı olurlar Yarabbi, bu hükmü çevir diye niyaz etmezler
- صفت بعضی اولیا کی راضیاند باحکام و لابه نکنند کی این حکم را بگردان
- Şimdi, dünyada hiç itiraz etmeyen yolcuların hallerini işit.
- بشنو اکنون قصهی آن رهروان ** که ندارند اعتراضی در جهان
- Velîlerden dua edenler, gâh diken, gâh sökenler var. Bunlar başka.
- ز اولیا اهل دعا خود دیگرند ** که همیدوزند و گاهی میدرند
- Bir de velilerden öylelerini tanırım ki ağızları yumulmuştur, hiç dua etmezler. 1880
- قوم دیگر میشناسم ز اولیا ** که دهانشان بسته باشد از دعا
- O, ulular, Allah hükümlerine razı olmuşlardır, takdirin def’ine çalışmak onlara haramdır.
- از رضا که هست رام آن کرام ** جستن دفع قضاشان شد حرام
- Bunlar, kaza ve kaderde hususi bir zevk bulurlar, bundan kurtulmayı dilemek onlarca küfürdür.
- در قضا ذوقی همیبینند خاص ** کفرشان آید طلب کردن خلاص
- Allah bunların gönlüne öyle bir hüsnü zan vermiştir ki derde düşüp hiç yaslanmazlar, gök renkli yas elbisesi giymezler.
- حسن ظنی بر دل ایشان گشود ** که نپوشند از عمی جامهی کبود
- Behlûl’ün dervişe sual sorması
- سال کردن بهلول آن درویش را
- Behlül, dervişin birine “Derviş, nasılsın? Anlat bakalım?” dedi.
- گفت بهلول آن یکی درویش را ** چونی ای درویش واقف کن مرا
- Derviş, Dünyadaki işler daima bir adamın dilediği gibi olur; 1885
- گفت چون باشد کسی که جاودان ** بر مراد او رود کار جهان
- Seller, ırmaklar muradınca akar, yıldızlar hükmünce hükmeder;
- سیل و جوها بر مراد او روند ** اختران زان سان که خواهد آن شوند
- Hayatla ölüm, ona çavuş olur, emrine uyup dilediği yere gider.
- زندگی و مرگ سرهنگان او ** بر مراد او روانه کو بکو
- Nereye dilerse baş sağlığı haberi yollar, nereye dilerse kutlu olsun derse…
- هر کجا خواهد فرستد تعزیت ** هر کجا خواهد ببخشد تهنیت
- Yolcuların hepsi, onu izler, yolda kalanlar onun tuzağına tutulursa…
- سالکان راه هم بر گام او ** ماندگان از راه هم در دام او