- Amca, sen, kendi halini bilmezsin… Fakat gönül sahibi yok mu? Senin halini o bilir işte! 3565
- آنچ صاحبدل بداند حال تو ** تو ز حال خود ندانی ای عمو
- Gaflet, dert, tembellik ve gönül karanlığı gibi ne varsa hepsi de yere mensup ve aşağılık bir şey olan tenden ileri gelir
- بیان آنک هرچه غفلت و غم و کاهلی و تاریکیست همه از تنست کی ارضی است و سفلی
- Gaflet, tenden ileri gelir. Ten, ruh oldu mu artık şüphesiz bir halde bütün sırları görür.
- غفلت از تن بود چون تن روح شد ** بیند او اسرار را بی هیچ بد
- Gök boşluğundan yeryüzü kalktı mı ne benim için gece ne gölge kalır, ne senin için.
- چون زمین برخاست از جو فلک ** نه شب و نه سایه باشد نه دلک
- Nerede bir gölge, gece yahut gölgelik varsa yerdendir; göklerden aydan değil!
- هر کجا سایهست و شب یا سایگه ** از زمین باشد نه از افلاک و مه
- Duman, kıvılcımlar saçan ateşten meydana gelmez, daima odundan meydana gelir.
- دود پیوسته هم از هیزم بود ** نه ز آتشهای مستنجم بود
- Vehim, hataya düşer, yanılabilir. Fakat akıl, mutlaka isabet eder, yanılmaz. 3570
- وهم افتد در خطا و در غلط ** عقل باشد در اصابتها فقط
- Her ağırlık, her yorgunluk, tenin muktezasıdır. Cansa hafifliği yüzünden uçup durur.
- هر گرانی و کسل خود از تنست ** جان ز خفت جمله در پریدنست
- Kırmızı beniz kanın çokluğundandır, sarı yüz safranın oynamasındandır.
- روی سرخ از غلبه خونها بود ** روی زرد از جنبش صفرا بود
- Ak beniz, balgamın kuvvetindendir, sevdadan da beniz kararır.
- رو سپید از قوت بلغم بود ** باشد از سودا که رو ادهم بود
- Hakikatte eserleri halk eden odur. Fakat kışırda kalan, yalnız zahiri gören, ancak sebepleri görebilir!
- در حقیقت خالق آثار اوست ** لیک جز علت نبیند اهل پوست
- Derilerden ayrı olmayan, sebeplerden kurtulmamış olan akıl, ne illetlerden kurtulur, ne doktordan fayda görür! 3575
- مغز کو از پوستها آواره نیست ** از طبیب و علت او را چاره نیست
- Âdemoğlu, ikinci defa doğdu mu ayağını sebeplerin başına kor.
- چون دوم بار آدمیزاده بزاد ** پای خود بر فرق علتها نهاد
- Artık, onun dini illet-i ûlâ değildir. Cüz’i illet de ona bir zarar veremez.
- علت اولی نباشد دین او ** علت جزوی ندارد کین او
- O, doğruluk geliniyle ufuklarda uçup durur; sureti de ona ancak bir duvaktır.
- میپرد چون آفتاب اندر افق ** با عروس صدق و صورت چون تتق
- Hatta ufuktan da dışarıdadır, göklerden de. Ruhlar ve akıllar gibi mekânız bir âlemdedir.
- بلک بیرون از افق وز چرخها ** بی مکان باشد چو ارواح و نهی
- Hatta akıllarımız bile onun gölgesidir: akıllarımız bile gölgeler gibi onun ayağına düşer. 3580
- بل عقول ماست سایههای او ** میفتد چون سایهها در پای او
- Müctehit, nassı görür, tanırsa herhangi bir hükümde artık kıyası düşünmez ki.
- مجتهد هر گه که باشد نصشناس ** اندر آن صورت نیندیشد قیاس
- Fakat bir şeyde nas yoksa orada kıyasa girişir, kıyastan ibret alır, kıyasla hüküm verir.
- چون نیابد نص اندر صورتی ** از قیاس آنجا نماید عبرتی
- Nasla kıyası benzetiş
- تشبیه نص با قیاس
- Nassı Ruhulkudüs’ün vahyi bil, Aklı cüz’inin kıyası, bundan aşağıdır.
- نص وحی روح قدسی دان یقین ** وان قیاس عقل جزوی تحت این
- Akıl, canla idrak sahibi olmuş, canla aydınlanmıştır. Ruh, nasıl olur da aklın tasarrufuna girer?
- عقل از جان گشت با ادراک و فر ** روح او را کی شود زیر نظر
- Fakat ruh, akla tesir eder de akıl, o tesir altında tedbire girişir. 3585
- لیک جان در عقل تاثیری کند ** زان اثر آن عقل تدبیری کند
- Ruh, Nuh’u tasdik ettiği gibi seni de tasdik etti, senin emrine de tabi olduysa nerede deniz, nerede gemi, nerede Nuh tufanı?
- نوحوار ار صدقی زد در تو روح ** کو یم و کشتی و کو طوفان نوح
- Akıl, eseri ruh sanır ama güneşin nuru güneşin cirminden büsbütün ayrıdır.
- عقل اثر را روح پندارد ولیک ** نور خور از قرص خور دورست نیک
- O yüzden salik, ruhun nurundan aslına ulaşmak için bir lokma ekmeğe kanaat etti.
- زان به قرصی سالکی خرسند شد ** تا ز نورش سوی قرص افکند شد
- Çünkü aşağılara vuran nur, gece gündüz daimî değildir ki… Geçer gider.
- زانک این نوری که اندر سافل است ** نیست دایم روز و شب او آفل است
- Fakat nurun aslına ulaşıp orada yurt edinen kişi, daima o nura gark olmuştur. 3590
- وانک اندر قرص دارد باش و جا ** غرقهی آن نور باشد دایما
- Ne bulut yolunu keser, ne nuru gurub eder. O, artık ayrılıktan kurtulmuş, güzelleşmiştir.
- نه سحابش ره زند خود نه غروب ** وا رهید او از فراق سینه کوب
- Bu makama eren kişinin aslı, ya göklerdendir. Yahut topraktır da topraklıktan tamamıyla çıkmıştır.
- اینچنین کس اصلش از افلاک بود ** یا مبدل گشت گر از خاک بود
- Çünkü bu güneşin şuaı daimî olarak dursa toprağa mensup olan tahammül edemez ki…
- زانک خاکی را نباشد تاب آن ** که زند بر وی شعاعش جاودان
- Güneşin ziyası daima toprağa vurup dursa toprağı öyle bir yakar ki yeryüzünde hiçbir verim kalmaz, hiçbir meyve bitmez.
- گر زند بر خاک دایم تاب خور ** آنچنان سوزد که ناید زو ثمر
- Daima suda kalmak balığın harcıdır. Yılan, nereden balıkla yoldaşlık edebilecek? 3595
- دایم اندر آب کار ماهی است ** مار را با او کجا همراهی است
- Fakat dağlarda öyle düzenbaz yılanlar vardır ki bu denizde balıklık etmeye kalkışırlar.
- لیک در که مارهای پر فناند ** اندرین یم ماهییها میکنند
- Hileleri halkın aklını başından alırsa da denizden nefretleri, nihayet kendilerini rezil eder gider.
- مکرشان گر خلق را شیدا کند ** هم ز دریا تاسهشان رسوا کند
- Bu denizde de öyle hünerli balıklar vardır ki yılana bile sihir yapar, balık haline koyarlar.
- واندرین یم ماهیان پر فناند ** مار را از سحر ماهی میکنند
- Ululuk denizinin dibindeki balıklara deniz, sihri helâl öğretmiştir.
- ماهیان قعر دریای جلال ** بحرشان آموخته سحر حلال
- Olmayacak şey, onların himmetiyle olur. Pis, oraya vardı mı tertemiz olur, kutlu bir hale girer. 3600
- بس محال از تاب ایشان حال شد ** نحس آنجا رفت و نیکوفال شد
- Bu sözü kıyamete kadar söylesem, bu bahsi kıyamete kadar uzatsam bitmez… Yüzlerce kıyamet kopar, geçer de yine bu bahis tamamlanmaz.
- تا قیامت گر بگویم زین کلام ** صد قیامت بگذرد وین ناتمام
- Şeyhin dilinden hikmetler coşunca müritlerle dinleyenlerin takınmaları lâzım olan edep ve terbiye
- آداب المستمعین والمریدین عند فیض الحکمة من لسان الشیخ
- Bu sözlerim, insanlara bir tekrarlamadır, ama bence tekrarlanan, tazelenip uzayan bir ömürdür.
- بر ملولان این مکرر کردنست ** نزد من عمر مکرر بردنست
- Mum, birbiri üstüne çıkan kıvılcımlarla yanar, alevlenir. Toprak, birbiri üstüne vuran ziyalarla altın haline gelir, parlar.
- شمع از برق مکرر بر شود ** خاک از تاب مکرر زر شود
- Binlerce istekli olsa da bir de usanan kişi bulunsa elçi, elçilik yapmak istemez, gönlü soğur.
- گر هزاران طالباند و یک ملول ** از رسالت باز میماند رسول
- Bu sır söyleyen gönül elçileri, İsrafil huylu dinleyici isterler. 3605
- این رسولان ضمیر رازگو ** مستمع خواهند اسرافیلخو
- Padişahlar gibi azamet sahibidir bunlar. Cihan halkından kulluk isterler.
- نخوتی دارند و کبری چون شهان ** چاکری خواهند از اهل جهان
- Huzurlarında edebe riayet etmedikçe elçiliklerinden nasıl faydalanabilirsin?
- تا ادبهاشان بجاگه ناوری ** از رسالتشان چگونه بر خوری
- Önlerinde iki büklüm eğilmedikçe o emaneti sana verirler mi hiç?
- کی رسانند آن امانت را بتو ** تا نباشی پیششان راکع دوتو
- Onlarca öyle her edep, her terbiye de beğenilmez. Çünkü onlar, ulu bir tapıdan gelmişlerdir.
- هر ادبشان کی همیآید پسند ** کامدند ایشان ز ایوان بلند
- Onlar yoksul değiller ki ettiğin hizmetlere karşı teşekkür etsinler, minnet altında kalsınlar a müzevir! 3610
- نه گدایانند کز هر خدمتی ** از تو دارند ای مزور منتی
- Fakat ey gönül, bunca rağbetsizliğie rağmen sen yine padişahın sadakasını saç, esirgeme!
- لیک با بیرغبتیها ای ضمیر ** صدقهی سلطان بیفشان وا مگیر
- Ey gökyüzünün elçisi, sen usananlara bakma, atını sıçratadur, oynatadur!
- اسپ خود را ای رسول آسمان ** در ملولان منگر و اندر جهان
- Ne mutludur ki o Türk ki savaşa girişir, dayanır da atını ateşler dolu hendeğe bile sürer, ateşler dolu hendekten bile sıçratır…
- فرخ آن ترکی که استیزه نهد ** اسپش اندر خندق آتش جهد
- Atını öyle sürer, öyle şahlandırır ki gökyüzüne çıkmaya kalkışır.
- گرم گرداند فرس را آنچنان ** که کند آهنگ اوج آسمان