English    Türkçe    فارسی   

3
3646-3695

  • Doğru söylüyorsun, sana Nuh’un mahiyeti keşfedilmediyse de onu sana söylediler, övdüler: Sen de naklediyor, onu övüyorsun.
  • راست‌گو دانیش تو از روی وصف ** گرچه ماهیت نشد از نوح کشف
  • Fakat desen ki: “Ben Nuh’u ne bileyim? A yiğit, onu onun gibi bir er bilir.
  • ور بگویی من چه دانم نوح را ** همچو اویی داند او را ای فتی
  • Ben topal bir karıncayım, fili ne bileyim? Bir sivrisinek, İsrafil’i nereden bilecek?
  • مور لنگم من چه دانم فیل را ** پشه‌ای کی داند اسرافیل را
  • Bu söz de doğru… Çünkü mahiyet bakımından Nuh’u bilmezsin ki.
  • این سخن هم راستست از روی آن ** که بماهیت ندانیش ای فلان
  • Mahiyetleri anlamaktan âciz olmak, halkın halidir ama bu sözü istisnasız söyleme. 3650
  • عجز از ادراک ماهیت عمو ** حالت عامه بود مطلق مگو
  • Çünkü mahiyetlerle onların sırrının sırrı, kâmillerin gözü önünde apaçıktır.
  • زانک ماهیات و سر سر آن ** پیش چشم کاملان باشد عیان
  • Varlık âleminde Allah’ın sırrından Allah’ın zatından daha ziyade anlayıştan uzak ve bir görüşe sığmaz ne var?
  • در وجود از سر حق و ذات او ** دورتر از فهم و استبصار کو
  • O bile mahremlerden gizli kalmazsa artık bir şeyin mahiyeti bir şeyin vasfı nedir ki gizli kalsın?
  • چونک آن مخفی نماند از محرمان ** ذات و وصفی چیست کان ماند نهان
  • Akıl, bir bahiste bu olmayacak şey, akıldan uzak tevile sığmaz, olmayacak şeyi dinleme der.
  • عقل بحثی گوید این دورست و گو ** بی ز تاویل محالی کم شنو
  • Kutup da, sana der ki “A düşkün, anlayışından üstün gördüğün şeylere olmayacak şey diyorsun. 3655
  • قطب گوید مر ترا ای سست‌حال ** آنچ فوق حال تست آید محال
  • Şimdi sana keşf olan vakalar da sana evvelce olmayacak şeyler görünmüyor muydu?
  • واقعاتی که کنونت بر گشود ** نه که اول هم محالت می‌نمود
  • Allah, keremiyle seni on tane zindandan kurtarmışken bu Tih ovasını kendine sitem hapishanesi yapma!”
  • چون رهانیدت ز ده زندان کرم ** تیه را بر خود مکن حبس ستم
  • Nisbet ve zâhiri ihtilâf yüzünden bir şeyde hem nefiy, hem de ispatın birleşmesi
  • جمع و توفیق میان نفی و اثبات یک چیز از روی نسبت و اختلاف جهت
  • Bir şeyin hem nefyedilmesi caizdir, hem ispat edilmesi. Çünkü zahiri görünüş aykırıdır, nispet de iki türlü olabilir.
  • نفی آن یک چیز و اثباتش رواست ** چون جهت شد مختلف نسبت دوتاست
  • Allah’ın “O taşları attığın zaman yok mu? Onları sen atmadın ki… Allah attı” demesinde hem hem nefiy vardır, hem ispat ve ikisi de yerindedir.
  • ما رمیت اذ رمیت از نسبتست ** نفی و اثباتست و هر دو مثبتست
  • Onları sen attın, çünkü taşlar senin elindeydi. Fakat sen atmadın, çünkü o atış kuvvetini Allah izhar etti. 3660
  • آن تو افکندی چو بر دست تو بود ** تو نه افکندی که قوت حق نمود
  • İnsanoğlunun kuvvetinin bir haddi, bir hududu vardır. Bir avuç toz, toprak nasıl olur da bir orduyu bozar, kırıp geçirir?
  • زور آدم‌زاد را حدی بود ** مشت خاک اشکست لشکر کی شود
  • Avuç, senin avucundur ama atış bizden. Bu iki nispetin nefyi de yerindedir, ispatı da.
  • مشت مشت تست و افکندن ز ماست ** زین دو نسبت نفی و اثباتش رواست
  • Peygamberlerin zıtları olan kâfirler de Peygamberleri, evlâtlarını, tanıdıkları, bildikleri gibi tanırlar bilirler.
  • یعرفون الانبیا اضدادهم ** مثل ما لا یشتبه اولادهم
  • Münkirler onları yüzlerce delille, yüzlerce nişanla evlâtlarını tanır gibi tanırlar, bilirler ama
  • همچو فرزندان خود دانندشان ** منکران با صد دلیل و صد نشان
  • Kıskançlıkları, hasetleri yüzünden bildiklerini gizlerler “Bilmiyoruz ki” diye bilmezlikten gelirler. 3665
  • لیک از رشک و حسد پنهان کنند ** خویشتن را بر ندانم می‌زنند
  • Baksana, Allah bir yerde “Onları bilirler” dedi, bir yerde de “Onları benden başka kimse bilmez;
  • پس چو یعرف گفت چون جای دگر ** گفت لایعرفهم غیری فذر
  • Onlar, benim kubbelerimin altında gizlidir. Onları Allah’tan başka kimse bilmez, sınamakla bilinmezler ki” dedi.
  • انهم تحت قبابی کامنون ** جز که یزدانشان نداند ز آزمون
  • Nuh’u hem bilirsin, hem bilmezsin, değil mi? İşte bunu da bu ayetle hadiste izhar edilen manaya kıyas et!
  • هم بنسبت گیر این مفتوح را ** که بدانی و ندانی نوح را
  • Dervişin yokluğu ve varlığı meselesi
  • مسله‌ی فنا و بقای درویش
  • Birisi dedi ki. Âlemde derviş yok… Olsa bile o derviş dervişlik makamına erişmişse yok olmuş demektir.
  • گفت قایل در جهان درویش نیست ** ور بود درویش آن درویش نیست
  • Doğru, çünkü varlığı, sureti bakımındandır, görünüşe göre vardır. Fakat sıfatları, Allah sıfatında yok olmuştur. 3670
  • هست از روی بقای ذات او ** نیست گشته وصف او در وصف هو
  • O, güneşe karşı yanmakta olan muma benzer. Mumun alevi de var sayılır ama güneşin önünde yoktur.
  • چون زبانه‌ی شمع پیش آفتاب ** نیست باشد هست باشد در حساب
  • Fakat muma bir pamuk tutun mu yanar… Şu halde vardır.
  • هست باشد ذات او تا تو اگر ** بر نهی پنبه بسوزد زان شرر
  • Öyle ama sana bir aydınlık vermez ki; güneş, onu yok etmiştir. Bu bakımdan da yoktur.
  • نیست باشد روشنی ندهد ترا ** کرده باشد آفتاب او را فنا
  • İki yüz batman bala bir okka sirke koydun mu, sirke balın içinde erir gider.
  • در دو صد من شهد یک اوقیه خل ** چون در افکندی و در وی گشت حل
  • Tattın mı sirke lezzeti olmadığından yoktur. Fakat tarttın mı balın okkası artmıştır, vardır. 3675
  • نیست باشد طعم خل چون می‌چشی ** هست اوقیه فزون چون برکشی
  • Aslanın önünde ceylanın aklı başından gider, kendisinden geçer… Varlığı, aslanın varlığında mahvolur.
  • پیش شیری آهوی بیهوش شد ** هستی‌اش در هست او روپوش شد
  • Kemale ermeyenlerin Allah’a karşı yürüttükleri bu kıyas yok mu? Aşk coşkunluğundan ileri gelen bir şeydir. Ebedî, terbiyeyi terk etme değil!
  • این قیاس ناقصان بر کار رب ** جوشش عشقست نه از ترک ادب
  • Âşığın, nabzı, edepten dışarı atar. Âşık kendini padişahın terazisine kor, sevgilisinin tapısına varır.
  • نبض عاشق بی ادب بر می‌جهد ** خویش را در کفه‌ی شه می‌نهد
  • Dünyada ondan edepsiz, ondan terbiyesiz kimse yoktur. Fakat hakikatte ondan terbiyeli, ondan edepli kimse de yoktur.
  • بی‌ادب‌تر نیست کس زو در جهان ** با ادب‌تر نیست کس زو در نهان
  • Ey aslı, nesli belli kişi bu edeplilikle edepsizliği birbirine uygun bil. 3680
  • هم بنسبت دان وفاق ای منتجب ** این دو ضد با ادب با بی‌ادب
  • Zahirine bakarsan edepsiz gibi görünür. Çünkü başında aşk dâvası vardır ( bu dâva da varlık alâmetidir).
  • بی‌ادب باشد چو ظاهر بنگری ** که بود دعوی عشقش هم‌سری
  • Fakat hakikatte dâva nerede? O padişahın önünde dâva da fanidir, âşık da!
  • چون به باطن بنگری دعوی کجاست ** او و دعوی پیش آن سلطان فناست
  • Zeyd öldü desek bu cümlede Zeyd faildir ama hakikatte fail değildir, elinden bir şey gelmez ki!
  • مات زید زید اگر فاعل بود ** لیک فاعل نیست کو عاطل بود
  • Nahiv bakımından faildir… Yoksa hakikatte mefuldür, ölüm onu öldürüverir.
  • او ز روی لفظ نحوی فاعلست ** ورنه او مفعول و موتش قاتلست
  • Nerede Zeyd’in failliği? Öyle mahvolur ki bütün faillikler, ondan uzak kalır. 3685
  • فاعل چه کو چنان مقهور شد ** فاعلیها جمله از وی دور شد
  • Sadr-ı Cihan’ın vekilinin bir töhmet altına alınarak can korkusuyla Buhara’dan kaçması, Sadr-ı Cihan’a âşık olduğundan tekrar ters yüzüne geri dönmesi, âşıklar için can vermek kolaydır
  • قصه وکیل صدر جهان کی متهم شد و از بخارا گریخت از بیم جان باز عشقش کشید رو کشان کی کار جان سهل باشد عاشقان را
  • Buhara’da Sadr-ı Cihan’ın kulu bir töhmete uğradı, mevkiinde düştü, gizlenmeye mecbur oldu.
  • در بخارا بنده‌ی صدر جهان ** متهم شد گشت از صدرش نهان
  • On yıl gâh Horasan’da, gâh Kuhistan ve gâh Deşt’te başıboş bir halde gezip dolaştı.
  • مدت ده سال سرگردان بگشت ** گه خراسان گه کهستان گاه دشت
  • On yıl sonra iştiyaktan takati kalmadı, ayrılık günleri sabrını tüketti.
  • از پس ده سال او از اشتیاق ** گشت بی‌طاقت ز ایام فراق
  • Dedi ki artık ayrılığa tahammülüm kalmadı. Sabır, insanı küstahlıktan alıkoyabilir mi hiç?
  • گفت تاب فرقتم زین پس نماند ** صبر کی داند خلاعت را نشاند
  • Ayrılık yüzünden bu topraklar bile çoraklaşır… Sular bile sararır, kokar, bulanır! 3690
  • از فراق این خاکها شوره بود ** آب زرد و گنده و تیره شود
  • Adamın canına can katan rüzgâr, ufunetli bir hale gelir, veba kesilir… Ateş kül haline gelir, savrulur!
  • باد جان‌افزا وخم گردد وبا ** آتشی خاکستری گردد هبا
  • Cennet gibi olan bağlar, bahçeler sararır solar, yapraklar kurur, dökülür… Bir hastalık yurdu olur!
  • باغ چون جنت شود دار المرض ** زرد و ریزان برگ او اندر حرض
  • Her şeyi anlayan akıl bile olsa dostların ayrılığıyla yayı kırılmış okçuya döner.
  • عقل دراک از فراق دوستان ** همچو تیرانداز اشکسته کمان
  • Cehennem bile ayrılık yüzünden, gençlik çağına hasret çeken ihtiyarın titrediği titrer, yandığı gibi yanar kavrulur.
  • دوزخ از فرقت چنان سوزان شدست ** پیر از فرقت چنان لرزان شدست
  • Kıvılcım gibi insanı yakan, mahveden ayrılığı kıyamete kadar anlatsam yine yüz binde birini olsun anlatamam. 3695
  • گر بگویم از فراق چون شرار ** تا قیامت یک بود از صد هزار