English    Türkçe    فارسی   

3
4337-4386

  • Şeytanların bağırışlarındaki heybet, halkı kıskıvrak bağlamış, boğazlarını sıkmıştır.
  • هیبت بانگ شیاطین خلق را ** بند کردست و گرفته حلق را
  • Onların canları, nura kavuşmaktan öyle meyus olmuştur ki kâfirlerin ruhları da kabirdekilerin dirilmesinden ancak o kadar meyustur.
  • تا چنان نومید شد جانشان ز نور ** که روان کافران ز اهل قبور
  • O melunun sesinin heybeti bu olursa gayrı Allah’ın sesindeki heybet ne olur?
  • این شکوه بانگ آن ملعون بود ** هیبت بانگ خدایی چون بود
  • Doğandan aslı, nesli belli olan keklik korkar. Sineğe o korkudan pay yoktur. 4340
  • هیبت بازست بر کبک نجیب ** مر مگس را نیست زان هیبت نصیب
  • Çünkü doğan, sinek avlamaz ki… Sinekleri ancak örümcekler avlar.
  • زانک نبود باز صیاد مگس ** عنکبوتان می مگس گیرند و بس
  • Şeytan örümcek, senin gibi sineğe galiptir. Keklikle, karakuşla işi yok!
  • عنکبوت دیو بر چون تو ذباب ** کر و فر دارد نه بر کبک و عقاب
  • Şeytanların bağırışları, kötü kişilere çobanlık eder. Padişahın sesiyse velilerin bekçisidir.
  • بانگ دیوان گله‌بان اشقیاست ** بانگ سلطان پاسبان اولیاست
  • Bu suretle birbirinden uzak olan bu iki ses birbirine karışmaz… Tatlı denizden bir katra bile acı denize taşmaz.
  • تا نیامیزد بدین دو بانگ دور ** قطره‌ای از بحر خوش با بحر شور
  • Gece yarısı mescitteki konuğa tılsım sesinin gelmesi
  • رسیدن بانگ طلسمی نیم‌شب مهمان مسجد را
  • Şimdi o şiddetli ses hikâyesini dinle. O iyi bahtlı konuk, sesi duyunca yerinden bile kıpırdamadı. 4345
  • بشنو اکنون قصه‌ی آن بانگ سخت ** که نرفت از جا بدان آن نیکبخت
  • Dedi ki: “Bu ses, bayram davulu sesi… Neden korkacakmışım? Tokmağı yiyen davul; o korksun!
  • گفت چون ترسم چو هست این طبل عید ** تا دهل ترسد که زخم او را رسید
  • Ey kalbi olmayan boş davullar, can bayramınızdan kısmetiniz, tokmaktan ibaret.
  • ای دهلهای تهی بی قلوب ** قسمتان از عید جان شد زخم چوب
  • Kıyamet bayramında dinsizler davul… Biz ise gül gibi gülmekteyiz, bayrama erişenlere benziyoruz.
  • شد قیامت عید و بی‌دینان دهل ** ما چو اهل عید خندان همچو گل
  • Şimdi duy da bak, bu davul nasıl ses vermekte… Devlet tenceresi nasıl kaynamakta
  • بشنو اکنون این دهل چون بانگ زد ** دیگ دولتبا چگونه می‌پزد
  • O er, davulun sesini duyunca “Gönlüm, bayram davulundan nasıl olur da korkar?” dedi. 4350
  • چونک بشنود آن دهل آن مرد دید ** گفت چون ترسد دلم از طبل عید
  • Kendi kendisine dedi ki: “Gönül, titreme, korkma… yakine erişmiş kötü gönüllülerin canları öldü gitti.
  • گفت با خود هین ملرزان دل کزین ** مرد جان بددلان بی‌یقین
  • Haydar gibi ya ülkeyi zapt ederim ya canım bedenimden gider.”
  • وقت آن آمد که حیدروار من ** ملک گیرم یا بپردازم بدن
  • Yerinden fırladı bağırdı: “Ey ulu adam, işte buracıkta hazırım; hadi, ersen gel!”
  • بر جهید و بانگ بر زد کای کیا ** حاضرم اینک اگر مردی بیا
  • Tılsım, hemencecik bozuldu, her taraftan ulam ulam altın dökülmeye başladı.
  • در زمان بشکست ز آواز آن طلسم ** زر همی‌ریزید هر سو قسم قسم
  • Öyle altın döküldü ki oğlancağız, kapının bile kapanıp açılmayacağından korktu. 4355
  • ریخت چند این زر که ترسید آن پسر ** تا نگیرد زر ز پری راه در
  • Ondan sonra o kuvvetli aslan kalktı, ta seher çağına kadar altını dışarıya taşımakla uğraştı.
  • بعد از آن برخاست آن شیر عتید ** تا سحرگه زر به بیرون می‌کشید
  • Altınları gömmekte, sonra yine gelip çuvallara, torbalara doldurarak dışarıya götürmekteydi.
  • دفن می‌کرد و همی آمد بزر ** با جوال و توبره بار دگر
  • O canıyla oynayan er, gerisin geriye çekilip kaçan korkakların rağmine definelerine sahip oldu.
  • گنجها بنهاد آن جانباز از آن ** کوری ترسانی واپس خزان
  • Her kör ve hakikatten uzak kalmış altına tapan kişinin hatırına bu hikâyeyi duyunca derhal zahiri altın gelir.
  • این زر ظاهر بخاطر آمدست ** در دل هر کور دور زرپرست
  • Çocuklar saksıları kırar, o kırık parçalara altın adını takar eteklerine koyarlar. 4360
  • کودکان اسفالها را بشکنند ** نام زر بنهند و در دامن کنند
  • Oyun oynarken o parçalara altın adını taktın ya… Artık ne vakit altın desen çocuğun aklına saksı kırıkları gelir.
  • اندر آن بازی چو گویی نام زر ** آن کند در خاطر کودک گذر
  • Fakat erlerin kastettikleri altın ne o altındır, ne bu altın. Onlar üstüne, Allah’ın adı basılmış hakikî altını kastederler. O altın, ne kesada uğrar, ne ziyana… Ebedî ve daimîdir.
  • بل زر مضروب ضرب ایزدی ** کو نگردد کاسد آمد سرمدی
  • O altın, öyle bir altındır ki bu zahirî altın, parlaklığını ondan almış, kadir ve kıymeti ondan bulmuştur.
  • آن زری کین زر از آن زر تاب یافت ** گوهر و تابندگی و آب یافت
  • Gönül, o altından ganileşir… Parlaklık ve aydınlıkta aydan bile üstündür.
  • آن زری که دل ازو گردد غنی ** غالب آید بر قمر در روشنی
  • O mescit, bir mumdu, adamda pervane… O pervane huylu, âdeta canıyla oynamaktaydı. 4365
  • شمع بود آن مسجد و پروانه او ** خویشتن در باخت آن پروانه‌خو
  • Ateş, kanadını yaktı ama daha güzel kanat ihsan etti. O ateşe atılma, âşıka pek kutlu geldi, pek!
  • پر بسوخت او را ولیکن ساختش ** بس مبارک آمد آن انداختش
  • O bahtı kutlu, Musa’ya benziyordu. Ağacın civarında bir ateştir, görmüştü.
  • همچو موسی بود آن مسعودبخت ** کاتشی دید او به سوی آن درخت
  • Allah, ona birçok inayetlerde bulunmuştu… O, gördüğünü ateş sanıyordu ama nurdu.
  • چون عنایتها برو موفور بود ** نار می‌پنداشت و خود آن نور بود
  • Oğul, sen de Allah erini görünce ondan insanlık ateşi var sanıyor, onu insan görüyorsun.
  • مرد حق را چون ببینی ای پسر ** تو گمان داری برو نار بشر
  • Sen, onu kendiliğinden insan görüyorsun, hâlbuki o sıfat sende… bâtıl zannın ateşi de bu tarafta, dikeni de! 4370
  • تو ز خود می‌آیی و آن در تو است ** نار و خار ظن باطل این سو است
  • O, Musa’nın ağacıdır; o, ışıklarla dopdoludur. Bir kerecik olsun ona ateş deme de nur de!
  • او درخت موسی است و پر ضیا ** نور خوان نارش مخوان باری بیا
  • Bu dünyadan vazgeçmek de ateş görünmedi mi? Fakat salikler o makama gittiler, bu âlemi terk ettiler de anladılar ki nurdan ibaretmiş!
  • نه فطام این جهان ناری نمود ** سالکان رفتند و آن خود نور بود
  • Bil ki din mumu yücedir, ateşten ibaret olan mumlara benzemez.
  • پس بدان که شمع دین بر می‌شود ** این نه همچون شمع آتشها بود
  • Bu zahirî mum nur görünür, fakat sevgiliyi yakar… Din mumuysa sureta ateş görünür, fakat ziyaretçilere gül kesilir!
  • این نماید نور و سوزد یار را ** و آن بصورت نار و گل زوار را
  • Bu zahirî mum çok işler bitirir, fakat hakikatte adamı yakar. Din mumuysa vuslat zamanı gönül aydınlatır. 4375
  • این چو سازنده ولی سوزنده‌ای ** و آن گه وصلت دل افروزنده‌ای
  • Allah’a lâyık olan pak nurun şulesi, ona ulaşanlara nur görünür ama ondan uzak kalanlara ateş gibidir.
  • شکل شعله‌ی نور پاک سازوار ** حاضران را نور و دوران را چو نار
  • O âşığın Sadr-ı Cihan’la buluşması
  • ملاقات آن عاشق با صدر جهان
  • O Buhara’lı âşık da kendisini muma atmıştı. O zahmet, aşkı yüzünden kendine kolay gelmekteydi.
  • آن بخاری نیز خود بر شمع زد ** گشته بود از عشقش آسان آن کبد
  • Her şeyi yakıp yandıran ahı, göklere yüceliyordu. Sadr-ı Cihan’ın gönlüne merhamet gelmişti.
  • آه سوزانش سوی گردون شده ** در دل صدر جهان مهر آمده
  • O bir suç işledi, biz de o suçu gördük. Fakat “Ey Allah, acaba o avaremizin hali nasıl?
  • گفته با خود در سحرگه کای احد ** حال آن آواره‌ی ما چون بود
  • Bir seher vakti kendi kendisine diyordu ki merhametimizi adamakıllı bilmiyordu ki. 4380
  • او گناهی کرد و ما دیدیم لیک ** رحمت ما را نمی‌دانست نیک
  • Suçlu kişinin gönlüne bizden bir korkudur var… Fakat korkusunda yüzlerce ümit gizli.
  • خاطر مجرم ز ما ترسان شود ** لیک صد اومید در ترسش بود
  • Ben utanmayan ve korkmayan kişiyi korkuturum. Zaten benden korkanı neye korkutayım.
  • من بترسانم وقیح یاوه را ** آنک ترسد من چه ترسانم ورا
  • Ateş, soğuk tencerenin altına konur; kaynayan coşkunluğundan baştan çıkan tencerenin altına değil!
  • بهر دیگ سرد آذر می‌رود ** نه بدان کز جوش از سر می‌رود
  • Benden emin olanları bilgimle korkuturum; korkanlarınsa korkularını teskin ederim.
  • آمنان را من بترسانم به علم ** خایفان را ترس بردارم به حلم
  • Ben yamacıyım, yamanması icap eden yeri yamarım. Herkese nabzına göre şerbet veririm. 4385
  • پاره‌دوزم پاره در موضع نهم ** هر کسی را شربت اندر خور دهم
  • Kişinin sırrı ağacın köküne benzer. Yaprakları, o kökten feyz alırda kupkuru gövdesinden çıkar, yeşerir.
  • هست سر مرد چون بیخ درخت ** زان بروید برگهاش از چوب سخت