- Kalpın üstündeki altın, madenine gider. Sen de onun gittiği madene git.
- زر ز روی قلب در کان میرود ** سوی آن کان رو تو هم کان میرود
- Duvardaki ışık güneşe varır. Sen de sana lâyık olan o güneşe git.
- نور از دیوار تا خور میرود ** تو بدان خور رو که در خور میرود
- Ondan sonrada mademki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste. 560
- زین سپس پستان تو آب از آسمان ** چون ندیدی تو وفا در ناودان
- Kurdun tuzağı, kuyruk madeni değildir. O koca kurt, kuyruk madenini nereden tanıyıp bilecek?
- معدن دنبه نباشد دام گرگ ** کی شناسد معدن آن گرگ سترگ
- O aldanmış kişilerde altını çıkınlamış sandılar da köye doğru koştular.
- زر گمان بردند بسته در گره ** میشتابیدند مغروران به ده
- Gülerek oynayarak o dolaba doğru çark ura ura yürüdüler.
- همچنین خندان و رقصان میشدند ** سوی آن دولاب چرخی میزدند
- Köye doğru uçan bir kuş görseler sabırsızlıktan elbiselerini yırtıyorlar,
- چون همیدیدند مرغی میپرید ** جانب ده صبر جامه میدرید
- Köyden bir adam geliyor görseler yüzünü, gözünü öpüyorlar, 565
- هر که میآمد ز ده از سوی او ** بوسه میدادند خوش بر روی او
- “Sen bizim dostumuzun yüzünü gördün. Sen, bizim canımızın canısın, bizim gözümüzsün sen” diyorlardı.
- گر تو روی یار ما را دیدهای ** پس تو جان را جان و ما را دیدهای
- Mecnun’un, Leylâ’nın civarında oturan bir köpeğe iltifatı
- نواختن مجنون آن سگ را کی مقیم کوی لیلی بود
- Tıpkı Mecnun gibi. O da bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi.
- همچو مجنون کو سگی را مینواخت ** بوسهاش میداد و پیشش میگداخت
- Etrafında eğilip bükülerek onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona sâf şeker şerbeti veriyordu.
- گرد او میگشت خاضع در طواف ** هم جلاب شکرش میداد صاف
- Bir herzevekil dedi: “A ham mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik,
- بوالفضولی گفت ای مجنون خام ** این چه شیدست این که میآری مدام
- Köpeğin ağzı daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler.” 570
- پوز سگ دایم پلیدی میخورد ** مقعد خود را بلب میاسترد
- Köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü. Zaten ayıp gören gayp âleminin kokusunu bile alamaz.
- عیبهای سگ بسی او بر شمرد ** عیبدان از غیبدان بویی نبرد
- Mecnun dedi ki. “Sen, baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!
- گفت مجنون تو همه نقشی و تن ** اندر آ و بنگرش از چشم من
- Bu köpek, bence Allah’ın bir çözülmez tılsımıdır. Bu köpek, Leylâ’nın mahallesinin bekçisi.
- کین طلسم بستهی مولیست این ** پاسبان کوچهی لیلیست این
- Himmetine bak, gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki neresini seçmiş, neresini yurt edinmiş?
- همنشین بین و دل و جان و شناخت ** کو کجا بگزید و مسکنگاه ساخت
- O benim mağaramın yüzü kutlu köpeği, hatta o benim dertdaşım, gamdaşım. 575
- او سگ فرخرخ کهف منست ** بلک او همدرد و هملهف منست
- Onun mahallesinde yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile ulu aslanlardan yeğdir.
- آن سگی که باشد اندر کوی او ** من به شیران کی دهم یک موی او
- Ey köpeklerine aslanların köle olduğu sevgili.. anlatmaya imkân yok ki, sus vesselâm!..”
- ای که شیران مر سگانش را غلام ** گفت امکان نیست خامش والسلام
- Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir. Gül bahçesi içinde gül bahçesidir.
- گر ز صورت بگذرید ای دوستان ** جنتست و گلستان در گلستان
- Suretini kırdın, yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir.
- صورت خود چون شکستی سوختی ** صورت کل را شکست آموختی
- Artık her sureti kırar, Haydar gibi Hayber kapısını çekip koparırsın. 580
- بعد از آن هر صورتی را بشکنی ** همچو حیدر باب خیبر بر کنی
- O saf şehirli de surete zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.
- سغبهی صورت شد آن خواجهی سلیم ** که به ده میشد بگفتاری سقیم
- O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu.
- سوی دام آن تملق شادمان ** همچو مرغی سوی دانهی امتحان
- Kuş, o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Hâlbuki o ihsan hırsın son derecesidir.
- از کرم دانست مرغ آن دانه را ** غایت حرص است نه جود آن عطا
- Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar.
- مرغکان در طمع دانه شادمان ** سوی آن تزویر پران و دوان
- Şehirlinin sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum. 585
- گر ز شادی خواجه آگاهت کنم ** ترسم ای رهرو که بیگاهت کنم
- Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı.
- مختصر کردم چو آمد ده پدید ** خود نبود آن ده ره دیگر گزید
- Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar. Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı.
- قرب ماهی ده بده میتاختند ** زانک راه ده نکو نشناختند
- Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.
- هر که در ره بی قلاوزی رود ** هر دو روزه راه صدساله شود
- Kâbe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillete düşer.
- هر که تازد سوی کعبه بی دلیل ** همچو این سرگشتگان گردد ذلیل
- Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de! 590
- هر که گیرد پیشهای بیاوستا ** ریشخندی شد بشهر و روستا
- Doğuda da, batıda da anasız, babasız bir insan doğması pek nadirdir.
- جز که نادر باشد اندر خافقین ** آدمی سر بر زند بی والدین
- Bir işe girişen, çalışan kişi mal kazanır. Ama nadir olarak bir adam, bir hazine de bulabilir.
- مال او یابد که کسبی میکند ** نادری باشد که بر گنجی زند
- Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “Er rahman, Allemel Kur’an- Rahman, ona Kur’an’ı öğretti” sırrına ersin.
- مصطفایی کو که جسمش جان بود ** تا که رحمن علمالقرآن بود
- Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Allah kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve öğrenişe vasıta halk etmiştir.
- اهل تن را جمله علم بالقلم ** واسطه افراشت در بذل کرم
- Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste aheste yürü. 595
- هر حریصی هست محروم ای پسر ** چون حریصان تگ مرو آهستهتر
- Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyet ve zahmet gibi eziyetler, zahmetler çektiler.
- اندر آن ره رنجها دیدند و تاب ** چون عذاب مرغ خاکی در عذاب
- Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hatta.
- سیر گشته از ده و از روستا ** وز شکرریز چنان نا اوستا
- Şehirliyle akrabasının köye varmaları, köylünün onları tanımazlıktan gelmesi
- رسیدن خواجه و قومش به ده و نادیده و ناشناخته آوردن روستایی ایشان را
- Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir hâlde o köye vardılar.
- بعد ماهی چون رسیدند آن طرف ** بینوا ایشان ستوران بی علف
- Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya,
- روستایی بین که از بدنیتی ** میکند بعد اللتیا والتی
- Gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu. 600
- روی پنهان میکند زیشان بروز ** تا سوی باغش بنگشایند پوز
- Gizlediği yüz de zaten tamamıyla hile ve riyadan ibaretti. Öyle yüzün, Müslümanlardan gizli kalması daha iyi.
- آنچنان رو که همه رزق و شرست ** از مسلمانان نهان اولیترست
- Öyle yüzler vardır ki şeytanlar, sinek gibi başına üşüşür, bekçi gibi orada yurt tutar, otururlar.
- رویها باشد که دیوان چون مگس ** بر سرش بنشسته باشند چون حرس
- Bu çeşit adamların suratını gördün mü ya bakma yahut da mademki baktın, hoşlanıp gülme.
- چون ببینی روی او در تو فتند ** یا مبین آن رو چو دیدی خوش مخند
- O çeşit habis ve âsi suratlar hakkında Allah, “Alnının perçeminden yakalar, çekeriz” dedi.
- در چنان روی خبیث عاصیه ** گفت یزدان نسفعن بالناصیه
- Konuklar, köylünün evini sorup buldular, akraba ve bildikleri gibi kapıya koştular. 605
- چون بپرسیدند و خانهش یافتند ** همچو خویشان سوی در بشتافتند
- Köylünün evindekiler kapıyı kapadılar. Şehirli, bu aykırı hareketten deli gibi oldu.
- در فرو بستند اهل خانهاش ** خواجه شد زین کژروی دیوانهوش
- Fakat zaten sertlik gösterilecek zaman değildi. Kuyuya düştükten sonra sertliğin ne faydası var?
- لیک هنگام درشتی هم نبود ** چون در افتادی بچه تیزی چه سود