- Testi aldığın zaman o testileri sınar, o testilere vurursun, değil mi?
- چون سفالین کوزهها را میخری ** امتحانی میکنی ای مشتری
- Neden vurursun? Sesinden kırık testiyi anlamak için.
- میزنی دستی بر آن کوزه چرا ** تا شناسی از طنین اشکسته را
- Kırık testinin sesi daha başka türlü olur. Ses, çavuşa benzer, önde gider.
- بانگ اشکسته دگرگون میبود ** بانگ چاووشست پیشش میرود
- ”Ses gelir de o şeyin ne olduğunu anlatır, onun ahvalini sayar, döker. Ses mastara benzer, fiil de o mastarı tasrif eder! 795
- بانگ میآید که تعریفش کند ** همچو مصدر فعل تصریفش کند
- Sınama sözü gelince hemencecik Hârût hikâyesini hatırladım.
- چون حدیث امتحان رویی نمود ** یادم آمد قصهی هاروت زود
- Hârût’la Mârût’un hikâyesi ve onların Ulu Allah’ın sınamalarına karşı yiğitlik taslamaları
- قصهی هاروت و ماروت و دلیری ایشان بر امتحانات حق تعالی
- Bundan önce de bu bahse dair az bir söz söylemiştik. Fakat zaten ne kadar söylesek ancak binde birini anlatabiliriz.
- پیش ازین زان گفته بودیم اندکی ** خود چه گوییم از هزارانش یکی
- Bu vakayı adamakıllı anlatmak istedim ama şimdiye kadar söz, sözü açtı, birçok sebeplerle kalıp gitti.
- خواستم گفتن در آن تحقیقها ** تا کنون وا ماند از تعویقها
- H ele bir hamle daha edeyim de çoğundan azını, âdeta filin tek bir uzvunu söylemiş olayım.
- حملهی دیگر ز بسیارش قلیل ** گفته آید شرح یک عضوی ز پیل
- Ey yüzüne kul, köle olduğumuz, Hârût ve Mârût kıssasını dinle! 800
- گوش کن هاروت را ماروت را ** ای غلام و چاکران ما روت را
- Allah lütuflarını, padişahın lütuf şeklinde tecelli eden şaşılacak kahırlarını seyretmekten sarhoş olmuşlardı.
- مست بودند از تماشای اله ** وز عجایبهای استدراج شاه
- Allah’ın kahırlarında böyle sarhoşluklar varken Allah miracının ne sarhoşlukları var?
- این چنین مستیست ز استدراج حق ** تا چه مستیها کند معراج حق
- Tuzağındaki tane, insana böyle bir sarhoşluk verirse ya nimet sofrası ne yapar ne lütuflarda bulunur?
- دانهی دامش چنین مستی نمود ** خوان انعامش چهها داند گشود
- Hârût da Mârût da sarhoş olmuşlar, bağlarını çözmüşler, kayıttan kurtulmuşlar, âşıkçasına hayhuylar ediyorlar naralar atıyorlardı.
- مست بودند و رهیده از کمند ** های هوی عاشقانه میزدند
- Fakat yolda öyle bir tuzak, öyle bir imtihan vardı ki kasırgası dağları bile saman çöpü gibi kapıp götürebilirdi. 805
- یک کمین و امتحان در راه بود ** صرصرش چون کاه که را میربود
- Bu sınama bunları altüst etmekteydi. Fakat sarhoşun bunlardan ne haberi olabilir ki?
- امتحان میکردشان زیر و زبر ** کی بود سرمست را زینها خبر
- Sarhoşun önünde hendek de birdir, meydan da. Ona kuyu da doğru yol kesilmiştir, hendek de!
- خندق و میدان بپیش او یکیست ** چاه و خندق پیش او خوش مسلکیست
- Dağ keçisi, yüce dağ başlarında yiyecek arar, hiçbir zarara uğramadan koşar durur!
- آن بز کوهی بر آن کوه بلند ** بر دود از بهر خوردی بیگزند
- Yiyecek bulmak, yayılmak üzereyken ansızın feleğin sınaması gelir çatar.
- تا علف چیند ببیند ناگهان ** بازیی دیگر ز حکم آسمان
- Öbür dağa bakar, orada bir dişi dağ keçisi görür. 810
- بر کهی دیگر بر اندازد نظر ** ماده بز بیند بر آن کوه دگر
- Derhal gözleri kararır. Bu dağdan ta o dağa sıçramak ister.
- چشم او تاریک گردد در زمان ** بر جهد سرمست زین که تا بدان
- Dişi keçinin bulunduğu dağ, ona o kadar yakın görünür ki oraya sıçramak, ev kapısının etrafında koşup dolanmak kadar kolay gelir.
- آنچنان نزدیک بنماید ورا ** که دویدن گرد بالوعهی سرا
- Binlerce arşın yol ona iki arşınlık bir mesafe görünür, o sarhoşlukla sıçramak ister.
- آن هزاران گز دو گز بنمایدش ** تا ز مستی میل جستن آیدش
- Sıçrayınca da iki amansız dağın arasında ki çukura düşüverir.
- چونک بجهد در فتد اندر میان ** در میان هر دو کوه بی امان
- O avcılardan dağa kaçmıştı, kaçıp sığındığı yer, kanını döker. 815
- او ز صیادان به که بگریخته ** خود پناهش خون او را ریخته
- Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
- شسته صیادان میان آن دو کوه ** انتظار این قضای با شکوه
- Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
- باشد اغلب صید این بز همچنین ** ورنه چالاکست و چست و خصمبین
- Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.
- رستم ارچه با سر و سبلت بود ** دام پاگیرش یقین شهوت بود
- Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret!
- همچو من از مستی شهوت ببر ** مستی شهوت ببین اندر شتر
- Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır. 820
- باز این مستی شهوت در جهان ** پیش مستی ملک دان مستهان
- O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
- مستی آن مستی این بشکند ** او به شهوت التفاتی کی کند
- Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
- آب شیرین تا نخوردی آب شور ** خوش بود خوش چون درون دیده نور
- Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
- قطرهای از بادههای آسمان ** بر کند جان را ز می وز ساقیان
- Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!
- تا چه مستیها بود املاک را ** وز جلالت روحهای پاک را
- Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır. 825
- که به بوی دل در آن می بستهاند ** خم بادهی این جهان بشکستهاند
- Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
- جز مگر آنها که نومیدند و دور ** همچو کفاری نهفته در قبور
- İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
- ناامید از هر دو عالم گشتهاند ** خارهای بینهایت کشتهاند
- Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
- پس ز مستیها بگفتند ای دریغ ** بر زمین باران بدادیمی چو میغ
- Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.
- گستریدیمی درین بیداد جا ** عدل و انصاف و عبادات و وفا
- Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “Durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok. 830
- این بگفتند و قضا میگفت بیست ** پیش پاتان دام ناپیدا بسیست
- Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin… Kendinize gelin de körcesine Kerbelâ’ya at sürmeyin!
- هین مدو گستاخ در دشت بلا ** هین مران کورانه اندر کربلا
- Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz.
- که ز موی و استخوان هالکان ** مینیابد راه پای سالکان
- Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Allah’ın kahır kılıcı, nice varları yok etmiştir!
- جملهی راه استخوان و موی و پی ** بس که تیغ قهر لاشی کرد شی
- Allah, “Allah’ın inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülâyim bir surette yürürler” dedi.
- گفت حق که بندگان جفت عون ** بر زمین آهسته میرانند و هون
- Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura. Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata ata! diyordu. 835
- پا برهنه چون رود در خارزار ** جز بوقفه و فکرت و پرهیزگار
- Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden tıkanmış, sağır olmuştu.
- این قضا میگفت لیکن گوششان ** بسته بود اندر حجاب جوششان
- Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar, kulaklarını tıkamışlardır.
- چشمها و گوشها را بستهاند ** جز مر آنها را که از خود رستهاند
- Gözleri, Allah inayetinden başka ne açar, kızgınlığı sevgiden başka ne yatıştırır?
- جز عنایت که گشاید چشم را ** جز محبت که نشاند خشم را
- Dilerim, Allah ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp çabalama, dünyada kimseye mukadder olmasın, Doğruyu Allah daha iyi bilir.
- جهد بی توفیق خود کس را مباد ** در جهان والله اعلم بالسداد
- Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı rüyada görmesi ve doğmaması için tedbirlere girişmesi
- قصهی خواب دیدن فرعون آمدن موسی را علیه السلام و تدارک اندیشیدن
- Firavunun çalışıp çabalaması, Allah ihsanı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Allah muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu. 840
- جهد فرعونی چو بی توفیق بود ** هرچه او میدوخت آن تفتیق بود
- Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı.
- از منجم بود در حکمش هزار ** وز معبر نیز و ساحر بیشمار