- Avcılarsa o iki dağ arasındaki yarda oturmuş, bu azametli kaza ve kaderin zuhurunu beklemekteler…
- شسته صیادان میان آن دو کوه ** انتظار این قضای با شکوه
- Dağ keçisi, ekseriyetle böyle avlanır. Yoksa bu hayvan, pek yürük, pek çeviktir, düşmanını sezer, anlar.
- باشد اغلب صید این بز همچنین ** ورنه چالاکست و چست و خصمبین
- Rüstem’in kellesi, kulağı yerindedir, sakallı, bıyıklı bir adamdır. Ama ayağını tutup onu kafese sokan tuzak, şehvettir.
- رستم ارچه با سر و سبلت بود ** دام پاگیرش یقین شهوت بود
- Benim gibi şehvet sarhoşluğundan kesil, bu sarhoşluğu, devede seyret!
- همچو من از مستی شهوت ببر ** مستی شهوت ببین اندر شتر
- Sonra da âlemdeki bu şehvet sarhoşluğu, bil ki meleklerin sarhoşluğuna karşı pek hordur, pek bayağıdır. 820
- باز این مستی شهوت در جهان ** پیش مستی ملک دان مستهان
- O sarhoşluk, bu sarhoşluğu kırar, mahveder. Melek, nasıl olur da şehvete iltifat eder ki?
- مستی آن مستی این بشکند ** او به شهوت التفاتی کی کند
- Tatlı suyu tatmadıkça acı su, insana gözünün nuru gibi hoş gelir.
- آب شیرین تا نخوردی آب شور ** خوش بود خوش چون درون دیده نور
- Gökyüzü şaraplarının bir katrası bile insanı şaraptan da vazgeçirir, sâkilerden de!
- قطرهای از بادههای آسمان ** بر کند جان را ز می وز ساقیان
- Artık düşün sen, meleklerin ne sarhoşlukları olur, tertemiz ruhlar, ululuktan ne mestîliklere düşer!
- تا چه مستیها بود املاک را ** وز جلالت روحهای پاک را
- Onlar, bu şaraptan bir koku alarak gönüllerini vermişler, bu âlem şarabının küpünü kırmışlardır. 825
- که به بوی دل در آن می بستهاند ** خم بادهی این جهان بشکستهاند
- Ancak, ümitsiz ve o âlemden uzak olanlar, kâfirler gibi kabirlerinde gizlenmişler,
- جز مگر آنها که نومیدند و دور ** همچو کفاری نهفته در قبور
- İki âlemden de ümitlerini kesmişler, hadde hesaba gelmez dikenler ekmişlerdir!
- ناامید از هر دو عالم گشتهاند ** خارهای بینهایت کشتهاند
- Hârût la Mârût, sarhoşluklarından “Ah ne olurdu, bulut gibi biz de yeryüzüne rahmet yağdırsak,
- پس ز مستیها بگفتند ای دریغ ** بر زمین باران بدادیمی چو میغ
- Bu zulüm yurduna adalet, insaf, ibadet ve vefayı yaysaydık” dediler.
- گستریدیمی درین بیداد جا ** عدل و انصاف و عبادات و وفا
- Onlar bunu dedi ama kaza ve kader de “Durun ayaklarınızın önünde gizli tuzaklar pek çok. 830
- این بگفتند و قضا میگفت بیست ** پیش پاتان دام ناپیدا بسیست
- Kendinize gelin de belâ çölüne küstahça gitmeyin… Kendinize gelin de körcesine Kerbelâ’ya at sürmeyin!
- هین مدو گستاخ در دشت بلا ** هین مران کورانه اندر کربلا
- Çünkü o çölde helâk olanların kıllarından, kemiklerinden yolcu, ayak basacak yer bulamaz.
- که ز موی و استخوان هالکان ** مینیابد راه پای سالکان
- Yol, baştanbaşa kıl, kemik, sinir doludur. Allah’ın kahır kılıcı, nice varları yok etmiştir!
- جملهی راه استخوان و موی و پی ** بس که تیغ قهر لاشی کرد شی
- Allah, “Allah’ın inayetine erişen kullar, yeryüzünde yavaş ve mülâyim bir surette yürürler” dedi.
- گفت حق که بندگان جفت عون ** بر زمین آهسته میرانند و هون
- Ayağı yalın olan dikenlikte nasıl yürür? Dura, dura. Düşüne, düşüne, ihtiyatla adım ata ata! diyordu. 835
- پا برهنه چون رود در خارزار ** جز بوقفه و فکرت و پرهیزگار
- Kaza bunu söylüyordu ama onların kulakları, coşkunlukları yüzünden tıkanmış, sağır olmuştu.
- این قضا میگفت لیکن گوششان ** بسته بود اندر حجاب جوششان
- Varlıklarından kurtulanlardan başka herkesin gözlerini bağlamışlar, kulaklarını tıkamışlardır.
- چشمها و گوشها را بستهاند ** جز مر آنها را که از خود رستهاند
- Gözleri, Allah inayetinden başka ne açar, kızgınlığı sevgiden başka ne yatıştırır?
- جز عنایت که گشاید چشم را ** جز محبت که نشاند خشم را
- Dilerim, Allah ihsanı olmayan muvaffakiyete ulaşmak için çalışıp çabalama, dünyada kimseye mukadder olmasın, Doğruyu Allah daha iyi bilir.
- جهد بی توفیق خود کس را مباد ** در جهان والله اعلم بالسداد
- Firavun’un Musa aleyhisselâm’ı rüyada görmesi ve doğmaması için tedbirlere girişmesi
- قصهی خواب دیدن فرعون آمدن موسی را علیه السلام و تدارک اندیشیدن
- Firavunun çalışıp çabalaması, Allah ihsanı olan muvaffakiyete ulaşmamıştı. Allah muvaffakiyet vermediği için de diktiği yırtılıp sökülüyordu. 840
- جهد فرعونی چو بی توفیق بود ** هرچه او میدوخت آن تفتیق بود
- Hükmünde binlerce müneccim, binlerce düş yorucu, binlerce büyücü vardı.
- از منجم بود در حکمش هزار ** وز معبر نیز و ساحر بیشمار
- Firavuna rüyasında Musa’nın doğacığını, Firavun’u ve saltanatını mahvedeceğini göstermişlerdi.
- مقدم موسی نمودندش بخواب ** که کند فرعون و ملکش را خراب
- Düş yorucularla müneccimlere “Bu hayâlin, bu kötü rüyanın delâlet ettiği şeyi nasıl defetmeli?” dedi.
- با معبر گفت و با اهل نجوم ** چون بود دفع خیال و خواب شوم
- Hepsi de dediler ki: “Bir tedbirde bulunalım, çocuğun doğmasına mâni olalım”
- جمله گفتندش که تدبیری کنیم ** راه زادن را چو رهزن میزنیم
- Doğum gecesi gelince Firavun kulları şu tedbiri kabul ettiler, şunu münasip gördüler: 845
- تا رسید آن شب که مولد بود آن ** رای این دیدند آن فرعونیان
- O gün İsrailoğullarını erkenden meydana, padişahın huzuruna götüreceklerdi.
- که برون آرند آن روز از پگاه ** سوی میدان بزم و تخت پادشاه
- “Ey İsrail oğulları, haydin… Sizi padişah filân yerde huzuruna çağırıyor.
- الصلا ای جمله اسرائیلیان ** شاه میخواند شما را زان مکان
- Sizi örtüsüz, nikapsız yüzünü gösterecek, sevaba ermek üzere size ihsanlarda bulunacak” diye tellâllar bağıracaklardı.
- تا شما را رو نماید بی نقاب ** بر شما احسان کند بهر ثواب
- Çünkü o esirler, Firavuna hiç yaklaşmazlardı, onu görmelerine izin yoktu.
- کان اسیران را بجز دوری نبود ** دیدن فرعون دستوری نبود
- Hatta yolda ona rastlasalar yüzükoyun yere kapanmaları emredilmişti. 850
- گر فتادندی به ره در پیش او ** بهر آن یاسه بخفتندی برو
- Kanun buydu: hiçbir esir, ister vakitli olsun, ister vakitsiz, o padişahın yüzünü göremeyecek.
- یاسه این بد که نبیند هیچ اسیر ** در گه و بیگه لقای آن امیر
- Yolda çavuşların seslerini duydu mu, yüzünü görmemek için duvara dönecekti.
- بانگ چاووشان چو در ره بشنود ** تا ببیند رو به دیواری کند
- Şayet yüzünü görürse mücrim sayılır, başına gelecek en kötü şeyler gelip çatardı.
- ور ببیند روی او مجرم بود ** آنچ بتر بر سر او آن رود
- Onlarda görmeleri men edilen o yüzü görmeyi pek isterlerdi. İnsan men edildiği şeye haristir derler.
- بودشان حرص لقای ممتنع ** چون حریصست آدمی فیما منع
- İsrailoğullarını, Musa aleyhisselâm’ın doğumuna mâni olmak üzere meydana çağırmaları
- به میدان خواندن بنی اسرائیل برای حیلهی ولادت موسی علیه السلام
- (Tellâllar bağırdılar:) “Esirler, meydana doğru koşun. Umulur ki padişahlar padişahı, size yüzünü gösterecek. İhsanlarda bulunacak!” 855
- ای اسیران سوی میدانگه روید ** کز شهانشه دیدن و جودست امید
- İsrailoğulları bu müjdeyi duyunca padişahın didarına susuz ve müştak olduklarından,
- چون شنیدند مژده اسرائیلیان ** تشنگان بودند و بس مشتاق آن
- Hileye inandılar. Süslenip püslenip o tarafa doğru koştular.
- حیله را خوردند و آن سو تاختند ** خویشتن را بهر جلوه ساختند
- Hani şunun gibi: Burada da hilekâr Moğollar, “Mısırlılardan birini arıyoruz.
- همچنان کاینجا مغول حیلهدان ** گفت میجویم کسی از مصریان
- Mısırlıları bu tarafa toplayın da aradığımızı ele geçirelim” derler.
- مصریان را جمع آرید این طرف ** تا در آید آنک میباید بکف
- Kim gelirse “ hayır bu değil. Sen geç oracıkta otur” derler de, 860
- هر که میآمد بگفتا نیست این ** هین در آ خواجه در آن گوشه نشین
- Bu suretle herkes derlenip toparlandı mı bu hileyle hepsinin boynunu vururlar.
- تا بدین شیوه همه جمع آمدند ** گردن ایشان بدین حیلت زدند
- Onlar, ezan sesi duyunca Allah davetçisine uymazlardı ya… Onun şomluğu yüzünden.
- شومی آنک سوی بانگ نماز ** داعی الله را نبردندی نیاز
- Hilekâr Moğolların daveti, onları ölüme kadar çekti, sürdü. Akıllı kişi, sakın Şeytan’ın hilesinden!
- دعوت مکارشان اندر کشید ** الحذر از مکر شیطان ای رشید
- Yoksulların, muhtaçların seslerini içesiye duy da hilebaz kişinin sesi, kulağını tutup çekmesin!
- بانگ درویشان و محتاجان بنوش ** تا نگیرد بانگ محتالیت گوش
- Yoksullar, tamahkâr ve kötü huylu adamlarsa bile sen yine gönül sahibini onların içinde ara! 865
- گر گدایان طامعاند و زشتخو ** در شکمخواران تو صاحبدل بجو