- O ahmak adam, sevgilisini yapayalnız görünce hemencecik kucaklamaya, öpmeye kalkıştı. 120
- چونک تنهااش بدید آن ساده مرد ** زود او قصد کنار و بوسه کرد
- O güzel, “Küstahlık etme, edepsizliğin lüzumu yok, aklını başına al” diye heybetle bir bağırdı.
- بانگ بر وی زد به هیبت آن نگار ** که مرو گستاخ ادب را هوش دار
- Âşık “Burası ıssız, halk yok... Su ortada, benim gibi de bir susuz!
- گفت آخر خلوتست و خلق نی ** آب حاضر تشنهی همچون منی
- Burada rüzgârdan başka kımıldayan yok... Kim var, kim bu açılıp saçılmamıza mâni olacak?” dedi.
- کس نمیجنبد درینجا جز که باد ** کیست حاضر کیست مانع زین گشاد
- Sevgili dedi ki: “A deli herif, meğerse sen budalaymışsın... Akıllılardan bir şey duymamış, işitmemişsin!
- گفت ای شیدا تو ابله بودهای ** ابلهی وز عاقلان نشنودهای
- Rüzgârı esiyor gördün mü bil ki burada onu bir estiren, bir harekete getiren var. 125
- باد را دیدی که میجنبد بدان ** بادجنبانیست اینجا بادران
- Allah sanatının dilediği gibi iş görme yelpazesi, bu rüzgârlara dokunmada, onu estirip durmada!
- مروحهى تصريف صنع ايزدش ** زد بر اين باد و همىجنباندش
- Bizim hükmümüzde olan ehemmiyetsiz ve cüz’i bir rüzgâr bile yelpazeyi sallamadıkça esmez.
- جزو بادی که به حکم ما درست ** بادبیزن تا نجنبانی نجست
- A aptal adam, bu cüz’i rüzgâr bile sen ve yelpaze olmadıkça meydana gelmez.
- جنبش این جزو باد ای ساده مرد ** بیتو و بیبادبیزن سر نکرد
- Dudaktaki nefes yeli de canın, bedenin emrine tabidir, onların emriyle harekete gelir.
- جنبش باد نفس کاندر لبست ** تابع تصریف جان و قالبست
- Gâh o nefesle birisini över, birisine haber yollarsın... Gâh birini kınar, aleyhinde bulunur, söversin! 130
- گاه دم را مدح و پیغامی کنی ** گاه دم را هجو و دشنامی کنی
- Buna bak da öbür rüzgârların hallerini de bil... Akıllılar cüz’de küllü görürler.
- پس بدان احوال دیگر بادها ** که ز جز وی کل میبیند نهی
- Allah, rüzgârı gâh bahar rüzgârı yapar, gâh kışın onu, bu güzellikten soyar, ayırır.
- باد را حق گه بهاری میکند ** در دیش زین لطف عاری میکند
- Ad kavmine kasırga halinde getirir, Hud Peygambere ise aynı rüzgârı güzel kokulu bir halde estirir.
- بر گروه عاد صرصر میکند ** باز بر هودش معطر میکند
- Bir rüzgârı zehirli sam yeli haline sokar; sabah rüzgârını da gelişi kutlu bir hale kor.
- میکند یک باد را زهر سموم ** مر صبا را میکند خرمقدوم
- Her türlü yeli onunla mukayese edesin diye sana da bir nefes yeli verdi. 135
- باد دم را بر تو بنهاد او اساس ** تا کنی هر باد را بر وی قیاس
- Lütuf ve kahır yeli olmadıkça söz olmaz... Söz, bir bölük halka baldır, bir bölüğüne zehir!
- دم نمیگردد سخن بیلطف و قهر ** بر گروهی شهد و بر قومیست زهر
- Yelpaze, birisini serinlendirmek için sallanır... Fakat sivrisineklerle karasinekleri de kahretmek içindir!
- مروحه جنبان پی انعام کس ** وز برای قهر هر پشه و مگس
- Artık Allah takdirinin yelpazesi, neden mihnetlerle, belâlarla dolu olmasın?
- مروحهی تقدیر ربانی چرا ** پر نباشد ز امتحان و ابتلا
- Mademki cüz’i olan nefes rüzgârı yahut yelpazenin çıkardığı yel bile ya bir şeyi bozmak, ya bir şeyi düzene koymak için esmekte...
- چونک جزو باد دم یا مروحه ** نیست الا مفسده یا مصلحه
- Bu şimal rüzgârı, bu seher ve bu batı yeli nasıl olurda lütuftan, ihsandan uzak olur? 140
- این شمال و این صبا و این دبور ** کی بود از لطف و از انعام دور
- Bir avuç buğdayı gördün mü ambarı düşün, ambarı gör... Anla ki ambardakiler de hep böyle.
- یک کف گندم ز انباری ببین ** فهم کن کان جمله باشد همچنین
- Gökyüzünün rüzgâr burcundan kopup gelen bütün rüzgârlar da o rüzgârı koparanın yelpazesi olmasa nasıl eser?
- کل باد از برج باد آسمان ** کی جهد بی مروحهی آن بادران
- Ekinciler, ekin devşirme zamanı harman başında Allah’tan rüzgâr istemezler mi?
- بر سر خرمن به وقت انتقاد ** نه که فلاحان ز حق جویند باد
- İsterler... Buğdaydan samanı ayırmak, buğdayı ambara koymak yahut kuyulara gömmek için rüzgâr isterler.
- تا جدا گردد ز گندم کاهها ** تا به انباری رود یا چاهها
- Rüzgâr gecikti mi hepsinin de Allah’a yalvarmaya başladığını görürsün. 145
- چون بماند دیر آن باد وزان ** جمله را بینی به حق لابهکنان
- Doğum zamanı da böyledir... O doğum yeli, o doğum sancısı gelmezse eyvahlar olsun, aman yarabbi seslerini duymaya başlarsın.
- همچنین در طلق آن باد ولاد ** گر نیاید بانگ درد آید که داد
- Rüzgârı onun gönderdiğini bilmeseler yalvarmanın manası mı kalır?
- گر نمیدانند کش راننده اوست ** باد را پس کردن زاری چه خوست
- Yelkenli gemiye binenler de rüzgâr dilerler, Allah’tan bir uygun yel isterler.
- اهل کشتی همچنین جویای باد ** جمله خواهانش از آن رب العباد
- Diş ağrısı da yelden olursa yana yakıla tamam bir itikatla Allah’tan o yelin yatışmasını dilersin.
- همچنین در درد دندانها ز باد ** دفع میخواهی بسوز و اعتقاد
- Askerler de yalvarıp yakarırlar, Allah’tan, “Ey muradımızı veren Rabbim, sen bize bir zafer rüzgârı ver” diye dua ederler. 150
- از خدا لابهکنان آن جندیان ** که بده باد ظفر ای کامران
- Doğum gecikince, gebenin yakınları, her azizden muska isterler.
- رقعهی تعویذ میخواهند نیز ** در شکنجهی طلق زن از هر عزیز
- Hepsi de adamakıllı bilir ki rüzgârı, Âlemlerin Rabbi Allah göndermekte.
- پس همه دانستهاند آن را یقین ** که فرستد باد ربالعالمین
- Zaten her bilen kişi, aklen bilir ki hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır.
- پس یقین در عقل هر داننده هست ** اینک با جنبنده جنباننده هست
- Sen onu gözünle görmüyorsan eserleri görünüyor ya... Onlara bak da anla!
- گر تو او را مینبینی در نظر ** فهم کن آن را به اظهار اثر
- Beden de canla hareket eder: fakat canı görmezsin. Görmezsin ama tenin hareketine bak da canı anla! 155
- تن به جان جنبد نمیبینی تو جان ** لیک از جنبیدن تن جان بدان
- Âşık, “Edebe riayet bakımından aptal bile olsam vefada, istekte akıllıyım, anlayışlıyım” dedi.
- گفت او گر ابلهم من در ادب ** زیرکم اندر وفا و در طلب
- Sevgili dedi ki: “Eğer şu görünen hareket, edebe riayetse artık ötesini sen daha iyi bilirsin!
- گفت ادب این بود خود که دیده شد ** آن دگر را خود همیدانی تو لد
- Karısını bir yabancıyla yakalayan sofi
- قصهی آن صوفی کی زن خود را بیگانهای بگرفت
- Sofinin biri, bir gün eve geldi... Evin bir kapısı vardı, karısı da bir kunduracıyla içerdeydi.
- صوفیی آمد به سوی خانه روز ** خانه یک در بود و زن با کفشدوز
- Kadın, nefsinin hilelerine uymuş, kunduracıya kul köle kesilmiş, odada adamla buluşmuştu.
- جفت گشته با رهی خویش زن ** اندر آن یک حجره از وسواس تن
- Sofi, kuşluk çağı kapıyı sıkıca döver dövmez ikisi de şaşırdılar... ne bir hileye başvurmaya imkân vardı, ne kaçıp kurtulacak bir yol! 160
- چون بزد صوفی به جد در چاشتگاه ** هر دو درماندند نه حیلت نه راه
- Sofinin, o zamanda dükkânı bırakıp eve gelmesi hiç âdeti değildi.
- هیچ معهودش نبد کو آن زمان ** سوی خانه باز گردد از دکان
- Karısından bir şeyler sezinlenmiş, şüpheye düşmüş, bu yüzden o gün mahsus vakitsiz gelmişti.
- قاصدا آن روز بیوقت آن مروع ** از خیالی کرد تا خانه رجوع
- Kadınınsa onun, hiçbir defa işini bırakıp o zamanda eve gelmeyeceğine itimadı vardı.
- اعتماد زن بر آن کو هیچ بار ** این زمان فا خانه نامد او ز کار
- Fakat nasılsa bu fikri doğru çıkmadı... Allah suçları örter... Örter ama cezasını da verir!
- آن قیاسش راست نامد از قضا ** گرچه ستارست هم بدهد سزا
- Kötülükte bulundun mu kork, emin olma, çünkü yaptığın kötülük bir tohumdur, Allah, onu mutlaka bitirir! 165
- چونک بد کردی بترس آمن مباش ** زانک تخمست و برویاند خداش
- Birkaç kere, belki yaptığına pişman olur, utanırsın diye örter, gizler.
- چند گاهی او بپوشاند که تا ** آیدت زان بد پشیمان و حیا
- O müminler ulusu Ömer, halifeliği zamanında bir hırsızı cellada teslim etti.
- عهد عمر آن امیر مومنان ** داد دزدی را به جلاد و عوان
- Hırsız, ey ülkenin beyi, diye bağırdı, beni öldürtme... Bu, ilk suçum!
- بانگ زد آن دزد کای میر دیار ** اولین بارست جرمم زینهار
- Ömer dedi ki: “Hâşâ, Allah, ilk suçta hemencecik gazaba gelip cezasını vermez.
- گفت عمر حاش لله که خدا ** بار اول قهر بارد در جزا