- Buna bak da öbür rüzgârların hallerini de bil... Akıllılar cüz’de küllü görürler.
- پس بدان احوال دیگر بادها ** که ز جز وی کل میبیند نهی
- Allah, rüzgârı gâh bahar rüzgârı yapar, gâh kışın onu, bu güzellikten soyar, ayırır.
- باد را حق گه بهاری میکند ** در دیش زین لطف عاری میکند
- Ad kavmine kasırga halinde getirir, Hud Peygambere ise aynı rüzgârı güzel kokulu bir halde estirir.
- بر گروه عاد صرصر میکند ** باز بر هودش معطر میکند
- Bir rüzgârı zehirli sam yeli haline sokar; sabah rüzgârını da gelişi kutlu bir hale kor.
- میکند یک باد را زهر سموم ** مر صبا را میکند خرمقدوم
- Her türlü yeli onunla mukayese edesin diye sana da bir nefes yeli verdi. 135
- باد دم را بر تو بنهاد او اساس ** تا کنی هر باد را بر وی قیاس
- Lütuf ve kahır yeli olmadıkça söz olmaz... Söz, bir bölük halka baldır, bir bölüğüne zehir!
- دم نمیگردد سخن بیلطف و قهر ** بر گروهی شهد و بر قومیست زهر
- Yelpaze, birisini serinlendirmek için sallanır... Fakat sivrisineklerle karasinekleri de kahretmek içindir!
- مروحه جنبان پی انعام کس ** وز برای قهر هر پشه و مگس
- Artık Allah takdirinin yelpazesi, neden mihnetlerle, belâlarla dolu olmasın?
- مروحهی تقدیر ربانی چرا ** پر نباشد ز امتحان و ابتلا
- Mademki cüz’i olan nefes rüzgârı yahut yelpazenin çıkardığı yel bile ya bir şeyi bozmak, ya bir şeyi düzene koymak için esmekte...
- چونک جزو باد دم یا مروحه ** نیست الا مفسده یا مصلحه
- Bu şimal rüzgârı, bu seher ve bu batı yeli nasıl olurda lütuftan, ihsandan uzak olur? 140
- این شمال و این صبا و این دبور ** کی بود از لطف و از انعام دور
- Bir avuç buğdayı gördün mü ambarı düşün, ambarı gör... Anla ki ambardakiler de hep böyle.
- یک کف گندم ز انباری ببین ** فهم کن کان جمله باشد همچنین
- Gökyüzünün rüzgâr burcundan kopup gelen bütün rüzgârlar da o rüzgârı koparanın yelpazesi olmasa nasıl eser?
- کل باد از برج باد آسمان ** کی جهد بی مروحهی آن بادران
- Ekinciler, ekin devşirme zamanı harman başında Allah’tan rüzgâr istemezler mi?
- بر سر خرمن به وقت انتقاد ** نه که فلاحان ز حق جویند باد
- İsterler... Buğdaydan samanı ayırmak, buğdayı ambara koymak yahut kuyulara gömmek için rüzgâr isterler.
- تا جدا گردد ز گندم کاهها ** تا به انباری رود یا چاهها
- Rüzgâr gecikti mi hepsinin de Allah’a yalvarmaya başladığını görürsün. 145
- چون بماند دیر آن باد وزان ** جمله را بینی به حق لابهکنان
- Doğum zamanı da böyledir... O doğum yeli, o doğum sancısı gelmezse eyvahlar olsun, aman yarabbi seslerini duymaya başlarsın.
- همچنین در طلق آن باد ولاد ** گر نیاید بانگ درد آید که داد
- Rüzgârı onun gönderdiğini bilmeseler yalvarmanın manası mı kalır?
- گر نمیدانند کش راننده اوست ** باد را پس کردن زاری چه خوست
- Yelkenli gemiye binenler de rüzgâr dilerler, Allah’tan bir uygun yel isterler.
- اهل کشتی همچنین جویای باد ** جمله خواهانش از آن رب العباد
- Diş ağrısı da yelden olursa yana yakıla tamam bir itikatla Allah’tan o yelin yatışmasını dilersin.
- همچنین در درد دندانها ز باد ** دفع میخواهی بسوز و اعتقاد
- Askerler de yalvarıp yakarırlar, Allah’tan, “Ey muradımızı veren Rabbim, sen bize bir zafer rüzgârı ver” diye dua ederler. 150
- از خدا لابهکنان آن جندیان ** که بده باد ظفر ای کامران
- Doğum gecikince, gebenin yakınları, her azizden muska isterler.
- رقعهی تعویذ میخواهند نیز ** در شکنجهی طلق زن از هر عزیز
- Hepsi de adamakıllı bilir ki rüzgârı, Âlemlerin Rabbi Allah göndermekte.
- پس همه دانستهاند آن را یقین ** که فرستد باد ربالعالمین
- Zaten her bilen kişi, aklen bilir ki hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır.
- پس یقین در عقل هر داننده هست ** اینک با جنبنده جنباننده هست
- Sen onu gözünle görmüyorsan eserleri görünüyor ya... Onlara bak da anla!
- گر تو او را مینبینی در نظر ** فهم کن آن را به اظهار اثر
- Beden de canla hareket eder: fakat canı görmezsin. Görmezsin ama tenin hareketine bak da canı anla! 155
- تن به جان جنبد نمیبینی تو جان ** لیک از جنبیدن تن جان بدان
- Âşık, “Edebe riayet bakımından aptal bile olsam vefada, istekte akıllıyım, anlayışlıyım” dedi.
- گفت او گر ابلهم من در ادب ** زیرکم اندر وفا و در طلب
- Sevgili dedi ki: “Eğer şu görünen hareket, edebe riayetse artık ötesini sen daha iyi bilirsin!
- گفت ادب این بود خود که دیده شد ** آن دگر را خود همیدانی تو لد
- Karısını bir yabancıyla yakalayan sofi
- قصهی آن صوفی کی زن خود را بیگانهای بگرفت
- Sofinin biri, bir gün eve geldi... Evin bir kapısı vardı, karısı da bir kunduracıyla içerdeydi.
- صوفیی آمد به سوی خانه روز ** خانه یک در بود و زن با کفشدوز
- Kadın, nefsinin hilelerine uymuş, kunduracıya kul köle kesilmiş, odada adamla buluşmuştu.
- جفت گشته با رهی خویش زن ** اندر آن یک حجره از وسواس تن
- Sofi, kuşluk çağı kapıyı sıkıca döver dövmez ikisi de şaşırdılar... ne bir hileye başvurmaya imkân vardı, ne kaçıp kurtulacak bir yol! 160
- چون بزد صوفی به جد در چاشتگاه ** هر دو درماندند نه حیلت نه راه
- Sofinin, o zamanda dükkânı bırakıp eve gelmesi hiç âdeti değildi.
- هیچ معهودش نبد کو آن زمان ** سوی خانه باز گردد از دکان
- Karısından bir şeyler sezinlenmiş, şüpheye düşmüş, bu yüzden o gün mahsus vakitsiz gelmişti.
- قاصدا آن روز بیوقت آن مروع ** از خیالی کرد تا خانه رجوع
- Kadınınsa onun, hiçbir defa işini bırakıp o zamanda eve gelmeyeceğine itimadı vardı.
- اعتماد زن بر آن کو هیچ بار ** این زمان فا خانه نامد او ز کار
- Fakat nasılsa bu fikri doğru çıkmadı... Allah suçları örter... Örter ama cezasını da verir!
- آن قیاسش راست نامد از قضا ** گرچه ستارست هم بدهد سزا
- Kötülükte bulundun mu kork, emin olma, çünkü yaptığın kötülük bir tohumdur, Allah, onu mutlaka bitirir! 165
- چونک بد کردی بترس آمن مباش ** زانک تخمست و برویاند خداش
- Birkaç kere, belki yaptığına pişman olur, utanırsın diye örter, gizler.
- چند گاهی او بپوشاند که تا ** آیدت زان بد پشیمان و حیا
- O müminler ulusu Ömer, halifeliği zamanında bir hırsızı cellada teslim etti.
- عهد عمر آن امیر مومنان ** داد دزدی را به جلاد و عوان
- Hırsız, ey ülkenin beyi, diye bağırdı, beni öldürtme... Bu, ilk suçum!
- بانگ زد آن دزد کای میر دیار ** اولین بارست جرمم زینهار
- Ömer dedi ki: “Hâşâ, Allah, ilk suçta hemencecik gazaba gelip cezasını vermez.
- گفت عمر حاش لله که خدا ** بار اول قهر بارد در جزا
- Lütfunu meydana çıkarmak için defalarca örter de sonradan adaletini göstermek için cezalandırır; 170
- بارها پوشد پی اظهار فضل ** باز گیرد از پی اظهار عدل
- Bu suretle bu iki sıfatının da meydana çıkmasını, lütfunun muştucu, kahrının da korkutucu olmasını diler.”
- تا که این هر دو صفت ظاهر شود ** آن مبشر گردد این منذر شود
- Kadın da defalarca bu kötü işte bulunmuştu da kolaycacık işi atlatmıştı... bu iş, ona kolay görünüyordu artık.
- بارها زن نیز این بد کرده بود ** سهل بگذشت آن و سهلش مینمود
- Gevşek ayaklı akıl, testinin daima ırmaktan kırılmadan sapasağlam gelemeyeceğini bilmiyordu ki!
- آن نمیدانست عقل پایسست ** که سبو دایم ز جو ناید درست
- Fakat bu sefer kaza ve kader, onu öyle bir daraltmış, münafıkı ansızın ölüm nasıl yakalarsa öyle bir sıkı yakalamıştı ki!
- آنچنانش تنگ آورد آن قضا ** که منافق را کند مرگ فجا
- Ne yol vardır, ne yoldaş, ne de kurtulma imkânı... (münafık, böyle bir haldeyken) can alıcı melek de gelir çatar, canına el uzatır ya! 175
- نه طریق و نه رفیق و نه امان ** دست کرده آن فرشته سوی جان
- İşte kadın da o cefa odasında dostuyla belâlara uğramış, öylece âdeta kuruyup kalmıştı!
- آنچنان کین زن در آن حجره جفا ** خشک شد او و حریفش ز ابتلا
- Sofi, gönlünden, hay kâfirler hay... Size kin güdüp duruyorum ama hele sabredeyim.
- گفت صوفی با دل خود کای دو گبر ** از شما کینه کشم لیکن به صبر
- Şimdilik bunu bilmezlikten geleyim de herkes bu çanın sesini duymasın, diyordu.
- لیک نادانسته آرم این نفس ** تا که هر گوشی ننوشد این جرس
- Hak yolundaki er de size gizlice böyle kin güder... İstiska hastalığı gibi kinini yavaş yavaş, azar azar belirtir.
- از شما پنهان کشد کینه محق ** اندک اندک همچو بیماری دق
- İstiskaya tutulan adam buz gibi her an erir durur... Fakat her an, kendisini daha iyiceyim sanır! 180
- مرد دق باشد چو یخ هر لحظه کم ** لیک پندارد بهر دم بهترم