- Ten şekli, ten gibi iğretidir... Ona pek gönül verme... o bir anda gelir geçer! 1840
- حلیهی تن همچو تن عاریتیست ** دل بر آن کم نه که آن یک ساعتیست
- Tabii ruhun şekli, hali de fanidir... O can şeklini, sıfatını iste ki gökyüzündedir!
- حلیهی روح طبیعی هم فناست ** حلیهی آن جان طلب کان بر سماست
- Onun bedeni, yeryüzünde mum gibidir... Nuru ise yedinci kat tavanın üstündedir!
- جسم او همچون چراغی بر زمین ** نور او بالای سقف هفتمین
- Güneşin ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir.
- آن شعاع آفتاب اندر وثاق ** قرص او اندر چهارم چارطاق
- Gülün suretini, lâtife yollu burnunun altında görürsün ama gül kokusu dimağın ta tavanına, sayvanına kadar her yeri tutmuştur.
- نقش گل در زیربینی بهر لاغ ** بوی گل بر سقف و ایوان دماغ
- Uyuyan adam, Aden’de bir azaba uğradığını görür ama aksi, bedeninde ter halinde görünür! 1845
- مرد خفته در عدن دیده فرق ** عکس آن بر جسم افتاده عرق
- Gömlek, Mısır’da bir harise rehin olmuştur ama Kenan ülkesi o gömleğin kokusuyla dolmuştur!
- پیرهن در مصر رهن یک حریص ** پر شده کنعان ز بوی آن قمیص
- Tarihçiler, bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar... Âdeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla bezediler.
- بر نبشتند آن زمان تاریخ را ** از کباب آراستند آن سیخ را
- Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu... Devlet satrancını oynadı!
- چون رسید آن وقت و آن تاریخ راست ** زاده شد آن شاه و نرد ملک باخت
- Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebul Hasan dünyaya geldi.
- از پس آن سالها آمد پدید ** بوالحسن بعد وفات بایزید
- O padişah, Ebulhasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti. 1850
- جملهی خوهای او ز امساک وجود ** آنچنان آمد که آن شه گفته بود
- Çünkü onun önünde giden levhimahfuz’dur... Neden mahfuzdur o levh? Hatadan!
- لوح محفوظ است او را پیشوا ** از چه محفوظست محفوظ از خطا
- Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya... Allah, doğrusunu daha iyi bilir ya, Allah vahyidir!
- نه نجومست و نه رملست و نه خواب ** وحی حق والله اعلم بالصواب
- Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.
- از پی روپوش عامه در بیان ** وحی دل گویند آن را صوفیان
- Sen istersen onu gönül vahyi farz et... Gönül zaten onun nazargâhıdır... Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder?
- وحی دل گیرش که منظرگاه اوست ** چون خطا باشد چو دل آگاه اوست
- Ey mümin, sen, Allah nuruyla bakar, görürsün... Hatadan, yanılmadan eminsin! 1855
- مومنا ینظر به نور الله شدی ** از خطا و سهو آمن آمدی
- Sofinin canına, gönlüne gelen Allah yemeğinin eksilmesi
- نقصان اجرای جان و دل صوفی از طعام الله
- Sofi, yoksulluktan dertlenince yoksulluğu, ona dadı ve gıda kesilir.
- صوفیی از فقر چون در غم شود ** عین فقرش دایه و مطعم شود
- Çünkü cennet, hoşa gitmeyen şeylerden meydana gelmiştir... Merhamet, gönlü kırık âcizlerin nasibidir.
- زانک جنت از مکاره رسته است ** رحم قسم عاجزی اشکسته است
- Yücelikle başlar kıran kişiye ne Allah’ın merhameti nasip olur, ne halkın!
- آنک سرها بشکند او از علو ** رحم حق و خلق ناید سوی او
- Bu sözün sonu yoktur... Evet, o yiğit, yiyecek ve ekmek nafakasının azlığından perişan oldu!
- این سخن آخر ندارد وان جوان ** از کمی اجرای نان شد ناتوان
- Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır... Boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir! 1860
- شاد آن صوفی که رزقش کم شود ** آن شبهش در گردد و اویم شود
- O hususi Allah nafakasını duyan, Allah’ın yakınlığına erer, gayb nafakasını elde eder.
- زان جرای خاص هر که آگاه شد ** او سزای قرب و اجریگاه شد
- Fakat ruh nafakası noksan olan kişinin canı o noksan yüzünden titremeye başlar.
- زان جرای روح چون نقصان شود ** جانش از نقصان آن لرزان شود
- Anlar ki bir hata etmiştir de bundan dolayı rıza yaseminliği perişan olmuştur.
- پس بداند که خطایی رفته است ** که سمنزار رضا آشفته است
- İşte o adam da ekinin az olması yüzünden harman sahibine mektup yazdı.
- همچنانک آن شخص از نقصان کشت ** رقعه سوی صاحب خرمن نبشت
- Mektubunu o yüce ve adil padişaha götürdüler, okudu, fakat bir cevap vermedi. 1865
- رقعهاش بردند پیش میر داد ** خواند او رقعه جوابی وا نداد
- Dedi ki: onun derdi yalnız gıda, başka bir şey değil... Ahmağa verilecek en iyi cevap sükûttur.
- گفت او را نیست الا درد لوت ** پس جواب احمق اولیتر سکوت
- Ayrılık ve vuslat derdi onda hiç yok... fer’e bağlanmış, aslı hiç aramıyor.
- نیستش درد فراق و وصل هیچ ** بند فرعست او نجوید اصل هیچ
- O ahmağın biri... Varlığa kapılmış, ölmüş gitmiş fer’in derdiyle asla aldırış bile etmemekte.
- احمقست و مردهی ما و منی ** کز غم فرعش فراغ اصل نی
- Göklerle yeri bir elma farz et... Allah’ın kudret ağacından bitmiş!
- آسمانها و زمین یک سیب دان ** کز درخت قدرت حق شد عیان
- Sen, bu elmanın içindeki bir kurda benzersin; ağaçtan da haberin yok, bahçıvandan da! 1870
- تو چه کرمی در میان سیب در ** وز درخت و باغبانی بیخبر
- Elmada bir kurt daha var; fakat onun canı dış âleminde bayrak sahibi!
- آن یکی کرمی دگر در سیب هم ** لیک جانش از برون صاحبعلم
- Onun hareketi elmayı yarar... Elma onun hareketine karşı koyamaz!
- جنبش او وا شکافد سیب را ** بر نتابد سیب آن آسیب را
- Hareketi, perdeleri yırtar... Sureti kurt ama hakikatte o, bir ejderha!
- بر دریده جنبش او پردهها ** صورتش کرمست و معنی اژدها
- Demirden çıkan ilk ateş, dışarıya yavaş, yavaş adım atar.
- آتش که اول ز آهن میجهد ** او قدم بس سست بیرون مینهد
- Dadısı pamuktur önce... Fakat sonunda şuleleri ta esire kadar çıkar, 1875
- دایهاش پنبهست اول لیک اخیر ** میرساند شعلهها او تا اثیر
- İnsan, önce uykuya, yemeye muhtaçtır... Fakat nihayet meleklerden de üstün olur.
- مرد اول بستهی خواب و خورست ** آخر الامر از ملایک برترست
- Pamuk ve kükürdün himayesinde şulesi ve nuru, süha yıldızına kadar çıkar!
- در پناه پنبه و کبریتها ** شعله و نورش برآیدت بر سها
- Karanlık âlemi aydınlatır... Demirden yapılma tomruğu bile iğneyle deler geçer!
- عالم تاریک روشن میکند ** کندهی آهن به سوزن میکند
- Ateş de cismanidir ama ne ruhtandır, ne de ruhani âlemden!
- گرچه آتش نیز هم جسمانی است ** نه ز روحست و نه از روحانی است
- Cisme, o yücelikten bir nasip yoktur... Cisim, can denizinin önünde bir katra gibidir! 1880
- جسم را نبود از آن عز بهرهای ** جسم پیش بحر جان چون قطرهای
- Cisim, canla artar, gün günden fazlalaşır... Fakat can gitti mi cisme bak, ne hale gelir?
- جسم از جان روزافزون میشود ** چون رود جان جسم بین چون میشود
- Cisminin haddi, bir iki arşından fazla değildir... Fakat canın, ta göklere kadar çıkar, dolaşır!
- حد جسمت یک دو گز خود بیش نیست ** جان تو تا آسمان جولانکنیست
- En iyi kişi, ruha ta Bağdat’a Semerkand’a kadar olan mesafe tasavvurda yarım adımdır ancak!
- تا به بغداد و سمرقند ای همام ** روح را اندر تصور نیم گام
- Gözünüz iki dirhemlik taş ağırlığında bir yağ parçasıdır ama ruhunun nuru göklere dek her tarafı kaplar.
- دو درم سنگست پیه چشمتان ** نور روحش تا عنان آسمان
- Nursa, bu göz olmadan da uykuda her şeyi görür... Fakat göz, bu nur olmayınca ancak harap olur gider! 1885
- نور بی این چشم میبیند به خواب ** چشم بیاین نور چه بود جز خراب
- Canın, tenin sakalıyla, bıyığıyla alış verişi yoktur... Fakat ten, can olmayınca murdardır, aşağıdır!
- جان ز ریش و سبلت تن فارغست ** لیک تن بیجان بود مردار و پست
- Bu cisim, hayvani ruhun debdebesine sebeptir... Sen daha önceden git de insani ruhu gör!
- بارنامهی روح حیوانیست این ** پیشتر رو روح انسانی ببین
- İnsandan da dedikodudan da geç de Cebrail’in ruhunun dayanıp kaldığı deniz kıyısına var!
- بگذر از انسان هم و از قال و قیل ** تا لب دریای جان جبرئیل
- Ondan sonra Ahmed’in canı (esrarı faş etme sakın diye) sana karşı dudağını ısırsın... Cebrail, senden korksun, geride kalsın!
- بعد از آنت جان احمد لب گزد ** جبرئیل از بیم تو واپس خزد