- Gözünüz iki dirhemlik taş ağırlığında bir yağ parçasıdır ama ruhunun nuru göklere dek her tarafı kaplar.
- دو درم سنگست پیه چشمتان ** نور روحش تا عنان آسمان
- Nursa, bu göz olmadan da uykuda her şeyi görür... Fakat göz, bu nur olmayınca ancak harap olur gider! 1885
- نور بی این چشم میبیند به خواب ** چشم بیاین نور چه بود جز خراب
- Canın, tenin sakalıyla, bıyığıyla alış verişi yoktur... Fakat ten, can olmayınca murdardır, aşağıdır!
- جان ز ریش و سبلت تن فارغست ** لیک تن بیجان بود مردار و پست
- Bu cisim, hayvani ruhun debdebesine sebeptir... Sen daha önceden git de insani ruhu gör!
- بارنامهی روح حیوانیست این ** پیشتر رو روح انسانی ببین
- İnsandan da dedikodudan da geç de Cebrail’in ruhunun dayanıp kaldığı deniz kıyısına var!
- بگذر از انسان هم و از قال و قیل ** تا لب دریای جان جبرئیل
- Ondan sonra Ahmed’in canı (esrarı faş etme sakın diye) sana karşı dudağını ısırsın... Cebrail, senden korksun, geride kalsın!
- بعد از آنت جان احمد لب گزد ** جبرئیل از بیم تو واپس خزد
- Bir yay kadar ileri varır, sana doğru gelirsem derhal yanarım desin! 1890
- گوید ار آیم به قدر یک کمان ** من به سوی تو بسوزم در زمان
- Kölenin, mektuba padişahtan cevap gelmeyişinden kızıp perişan olması
- آشفتن آن غلام از نارسیدن جواب رقعه از قبل پادشاه
- Bu ovanın ne başı var zaten, ne sonu... o köle de mektubuna cevap gelmediğinden sıkılıp duruyor! Dostları, ayrılığını sordular;
- این بیابان خود ندارد پا و سر ** بیجواب نامه خستست آن پسر
- Ne şaşılacak şey, padişah neden bana cevap yazmadı... Yoksa kızgınlığından mektubu götüren bir hıyanetlikte mi bulundu?
- کای عجب چونم نداد آن شه جواب ** با خیانت کرد رقعهبر ز تاب
- Mektubu mu gizledi, yoksa padişaha vermedi mi? Acaba bir münafık mıydı, saman altından su mu yürüttü?
- رقعه پنهان کرد و ننمود آن به شاه ** کو منافق بود و آبی زیر کاه
- Tecrübe için başka bir mektup yazar, hünerli, terbiyeli bir başka elçi arar bulurum demekte,
- رقعهی دیگر نویسم ز آزمون ** دیگری جویم رسول ذو فنون
- Cahilliğinden o bihaber, padişahı, mutfak eminini, mektup götüreni ayıplamaktaydı. 1895
- بر امیر و مطبخی و نامهبر ** عیب بنهاده ز جهل آن بیخبر
- Hiç ben din yolunda eğri gittim, gâvurluk ettim diye kendisine gelmiyor, kusuru kendinde bulmuyordu.
- هیچ گرد خود نمیگردد که من ** کژروی کردم چو اندر دین شمن
- Süleyman aleyhisselâm’ın bir kusuru yüzünden rüzgârın ters esmesi
- کژ وزیدن باد بر سلیمان علیهالسلام به سبب زلت او
- Rüzgâr, Süleyman’ın tahtına ters esti... Süleyman dedi ki: Ey rüzgâr, ters esme!
- باد بر تخت سلیمان رفت کژ ** پس سلیمان گفت بادا کژ مغژ
- Rüzgâr da ey Süleyman dedi, ters hareket etme... Ters hareket edersen, benim tersliğime kızma!
- باد هم گفت ای سیلمان کژ مرو ** ور روی کژ از کژم خشمین مشو
- Allah, biz ders alalım da insafa gelelim diye bu teraziyi halk etti.
- این ترازو بهر این بنهاد حق ** تا رود انصاف ما را در سبق
- Sen eksik dirhem korsan ben eksik tartarım... Sen benimle apaydın muamelede bulunursan ben de seninle apaydın muamelede bulunurum! 1900
- از ترازو کم کنی من کم کنم ** تا تو با من روشنی من روشنم
- Böylece Süleyman’ın tacı da eğrildi... Aydın günü ona gece etti âdeta!
- همچنین تاج سلیمان میل کرد ** روز روشن را برو چون لیل کرد
- Süleyman dedi ki: Ey taç, neden başımda eğrilirsin... A güneş, doğumdan eksilme benim!
- گفت تا جا کژ مشو بر فرق من ** آفتابا کم مشو از شرق من
- O eliyle tacı düzelttikçe taç eğrilmekteydi yiğidim!
- راست میکرد او به دست آن تاج را ** باز کژ میشد برو تاج ای فتی
- Tam sekiz kere doğrulttu, sekiz kere eğrildi... Dedi ki: Ey taç, bu ne bu? Eğrilme artık!
- هشت بارش راست کرد و گشت کژ ** گفت تاجا چیست آخر کژ مغژ
- Taç dedi ki: Beni yüz kere doğrultsan yine eğrilirim... Çünkü inanılır kişi, sen eğrilmedesin! 1905
- گفت اگر صد ره کنی تو راست من ** کژ شوم چون کژ روی ای متمن
- Süleyman, bunun üzerine kalbini doğrulttu... Gönlündeki şehvetten soğudu...
- پس سلیمان اندرونه راست کرد ** دل بر آن شهوت که بودش کرد سرد
- Tacı da derhal doğruldu... Nasıl istiyorsa başında öyle durdu.
- بعد از آن تاجش همان دم راست شد ** آنچنان که تاج را میخواست شد
- Süleyman, bundan sonra onu mahsustan eğriltmede, taç da inadına doğrulmadaydı.
- بعد از آنش کژ همی کرد او به قصد ** تاج او میگشت تارکجو به قصد
- O ulu Peygamber, tacını sekiz kere eğriltti; her defasında taç, başında doğruldu.
- هشت کرت کژ بکرد آن مهترش ** راست میشد تاج بر فرق سرش
- Taç, dile geldi de ey padişah, nazlan dedi... Kanadından mademki tozu, toprağı silktin; uç! 1910
- تاج ناطق گشت کای شه ناز کن ** چون فشاندی پر ز گل پرواز کن
- Bana izin yok ki bundan ileriye geçeyim... Bu sırrın gayb perdelerini yırtayım!
- نیست دستوری کزین من بگذرم ** پردههای غیب این برهم درم
- Elini sen ağzıma koy da kapat... Ağzım, beğenilmeyen şeyler söylemesin!
- بر دهانم نه تو دست خود ببند ** مر دهانم را ز گفت ناپسند
- Hâsılı sana ne dert gelirse başkasına kabahat bulma; kendine bak!
- پس ترا هر غم که پیش آید ز درد ** بر کسی تهمت منه بر خویش گرد
- Dostum, bu iş başkasından oldu sanma... o kölenin uğraştığı gibi uğraşıp durma!
- ظن مبر بر دیگری ای دوستکام ** آن مکن که میسگالید آن غلام
- Köle, gâh elçiyle, mutfak eminiyle uğraşıp savaşmasaydı... Gâh cömert padişaha kızmadaydı. 1915
- گاه جنگش با رسول و مطبخی ** گاه خشمش با شهنشاه سخی
- Tıpkı Firavun gibi... Hani o da Musa’yı bırakmıştı da halkın yavrucaklarının başlarını kestiriyordu.
- همچو فرعونی که موسی هشته بود ** طفلکان خلق را سر میربود
- Hâlbuki düşman, o kör gönüllünün evindeydi... Oysa başka çocukların başlarını kopartıp duruyordu!
- آن عدو در خانهی آن کور دل ** او شده اطفال را گردن گسل
- Sen de dış âleminde başkalarıyla kötü oluyorsun da içten kötü nefsinle uzlaşıyorsun.
- تو هم از بیرون بدی با دیگران ** واندرون خوش گشته با نفس گران
- Düşmanın o... fakat sen ona şeker vermedesin... Dışarıdan da herkesi töhmetli tutmadasın!
- خود عدوت اوست قندش میدهی ** وز برون تهمت به هر کس مینهی
- Sen Firavun gibi körsün, kör gönüllüsün... Düşmanla iyisin de suçsuzları aşağılatmadasın. 1920
- همچو فرعونی تو کور و کوردل ** با عدو خوش بیگناهان را مذل
- A firavun, niceye dek suçsuzları öldürecek, asıl suçlu olan nefsini hoş tutacaksın?
- چند فرعونا کشی بیجرم را ** مینوازی مر تن پر غرم را
- Firavun’un aklı, padişahların aklından üstündü ama Allah hükmü onu akılsız ve kör etmişti!
- عقل او بر عقل شاهان میفزود ** حکم حق بیعقل و کورش کرده بود
- Bir adamın can gözünü, can kulağını Allah kapattı mı o adam Eflatun olsa hayvanlaşır!
- مهر حق بر چشم و بر گوش خرد ** گر فلاطونست حیوانش کند
- Hâsılı Bayezit hakkındaki gayb hükmü nasıl zuhur ettiyse Allah hükmü levh üstünde (çaresiz) zuhur eder.
- حکم حق بر لوح میآید پدید ** آنچنان که حکم غیب بایزید
- Allah razı olsun Şeyh Ebulhasan’ın Ebuyezid’in kendisinden ve ahvalinden haber verdiğini duyması
- شنیدن شیخ ابوالحسن رضی الله عنه خبر دادن ابویزید را و بود او و احوال او
- Ebulhasan, Bayezid’in buyurduğu gibi zuhur etti... Ve bunu adamlarından duydu. 1925
- همچنان آمد که او فرموده بود ** بوالحسن از مردمان آن را شنود
- Bayezid, Hasan benim dervişim ve ümmetim olur... Her sabah benim mezarımda benden ders alır demişti.
- که حسن باشد مرید و امتم ** درس گیرد هر صباح از تربتم
- Kendisi de dedi ki: ben de Şeyh’i rüyamda gördüm... Ruhundan bu sözü duydum.
- گفت من هم نیز خوابش دیدهام ** وز روان شیخ این بشنیدهام
- Her sabah, onun mezarına yüz tutar, ta kuşluk çağına kadar huzurunda dururdu.
- هر صباحی رو نهادی سوی گور ** ایستادی تا ضحی اندر حضور
- Ya bir şeyhin huzuruna gider gibi o mezarın başına gelir yahut da sözsüz müşkülleri hallolurdu.
- یا مثال شیخ پیشش آمدی ** یا که بیگفتی شکالش حل شدی
- 1930.Nihayet yine bir gün kutlulukla o mezarın başına geldi... Yeni kar yağmıştı, mezarlar karla örtülmüştü. 1930
- تا یکی روزی بیامد با سعود ** گورها را برف نو پوشیده بود
- Mezarın üstünde kat kat karların bayrak gibi yüceldiğini, kubbe kubbe yığıldığını görünce gamlandı.
- توی بر تو برفها همچون علم ** قبه قبه دیده و شد جانش به غم
- O diri Şeyh’in mezarından ses geldi. Ben buradayım, bana gel diye seni çağırıp duruyorum.
- بانگش آمد از حظیرهی شیخ حی ** ها انا ادعوک کی تسعی الی
- Kendine gel... Sesime koş; bu yana seğirt! Âlem karla dolsa da sen, benden yüz çevirme!
- هین بیا این سو بر آوازم شتاب ** عالم ار برفست روی از من متاب