- Bir padişahın yiğit bir oğlu vardı... zâhiri de hünerlerle bezenmişti, bâtını da. 3085
- پادشاهی داشت یک برنا پسر ** باطن و ظاهر مزین از هنر
- Bir gece rüyasında çocuğunun ansızın öldüğünü gördü. Padişaha âlemin arılığı tortulu bir hal oldu.
- خواب دید او کان پسر ناگه بمرد ** صافی عالم بر آن شه گشت درد
- Yanışının tesiri ile gözyaşları bile kurudu, ağlamaya bile iktidarı kalmadı.
- خشک شد از تاب آتش مشک او ** که نماند از تف آتش اشک او
- Öyle dertlendi, öyle kederlendi ki ah etmeye bile mecali kesildi!
- آنچنان پر شد ز دود و درد شاه ** که نمییابید در وی راه آه
- Ölüm isteği ile cesedi, iş görmez bir hal aldı... neyse eceli gelmemiş, ömrü varmış; uykudan uyandı.
- خواست مردن قالبش بیکار شد ** عمر مانده بود شه بیدار شد
- Bu sefer de uyanınca öyle bir sevindi ki ömründe öyle bir sevinç görmemişti. 3090
- شادیی آمد ز بیداریش پیش ** که ندیده بود اندر عمر خویش
- Sevinçten ölecekti âdeta... canı ile bedeni sanki ölümle dirim arasında tomruğa vurulmuştu!
- که ز شادی خواست هم فانی شدن ** بس مطوق آمد این جان و بدن
- Bu ışık gam soluğu ile de söner, neşe soluğu ile de... işte sana bir alay, işte sana bir eğlence!
- از دم غم میبمیرد این چراغ ** وز دم شادی بمیرد اینت لاغ
- O, bu iki ölüm arasında diridir... bu tomruğa vurulmuş olduğu halde gülünecek bir şey!
- در میان این دو مرگ او زنده است ** این مطوق شکل جای خنده است
- Padişah kendi kendine dedi ki: bu neşeye sebep, o gamdı; Tanrı sebep ihsan etti, sevindim.
- شاه با خود گفت شادی را سبب ** آنچنان غم بود از تسبیب رب
- Ne şaşılacak şey! Bir hadise bir yönden ölüm, öbür yönden dirim ve sevinç. 3095
- ای عجب یک چیز از یک روی مرگ ** وان ز یک روی دگر احیا و برگ
- Şu bir yönden tatlıdır, zevk vericidir. Diğer bir yönden de öldürücü, azap vericidir.
- آن یکی نسبت بدان حالت هلاک ** باز هم آن سوی دیگر امتساک
- Ten sevinci dünyaya mensup olana göre yücelik... fakat ahiret gününe göre noksan ve zeval!
- شادی تن سوی دنیاوی کمال ** سوی روز عاقبت نقص و زوال
- Düş yorucu rüyada gülmeyi ağlamaya, hayıflamaya, kederlenmeye yorar.
- خنده را در خواب هم تعبیر خوان ** گریه گوید با دریغ و اندهان
- Ağlamayı da sevince, feraha verir ey şen, esen kişi!
- گریه را در خواب شادی و فرح ** هست در تعبیر ای صاحب مرح
- Padişah, bu gam geçti gitti ama can, bu çeşit şeylerden kötü şüphelere düşer diye düşünceye daldı. 3100
- شاه اندیشید کین غم خود گذشت ** لیک جان از جنس این بدظن گشت
- Gül gider de dedi, ayağıma böyle bir diken batarsa hiç olmazsa ondan bana bir yadigâr kalmalı!
- ور رسد خاری چنین اندر قدم ** که رود گل یادگاری بایدم
- Yokluğa sayısız, sonsuz sebepler var... hangi yolu kapayalım ki?
- چون فنا را شد سبب بیمنتهی ** پس کدامین راه را بندیم ما
- Isırıcı ölüme yüzlerce pencere var, yüzlerce kapı var... açılırken her biri cik cik etmekte!
- صد دریچه و در سوی مرگ لدیغ ** میکند اندر گشادن ژیغ ژیغ
- O ölüm kapılarının acı cik ciklerini haris kişinin kulağı, mal ve mülk hırsından duymaz.
- ژیغژیغ تلخ آن درهای مرگ ** نشنود گوش حریص از حرص برگ
- Bir taraftan bedenin dertleri, kapıların sesi... bir taraftan düşmanların cefası kapıların sesi. 3105
- از سوی تن دردها بانگ درست ** وز سوی خصمان جفا بانگ درست
- Canım efendim, hele bir tıp fihristini oku hastalıkların yalımlı ateşini gör!
- جان سر بر خوان دمی فهرست طب ** نار علتها نظر کن ملتهب
- Bütün o alillerden bu eve yol var... her iki adımda akreplerle dolu bir kuyu var!
- زان همه غرها درین خانه رهست ** هر دو گامی پر ز کزدمها چهست
- Rüzgâr şiddetli, ışığım sönmek üzere... çabuk davranayım da onun ışığından bir ışık daha uyandırayım.
- باد تندست و چراغم ابتری ** زو بگیرانم چراغ دیگری
- Bari bu ikisinden biri kalsın da yel, ışığın birini söndürürse onunla eğleneyim.
- تا بود کز هر دو یک وافی شود ** گر به باد آن یک چراغ از جا رود
- Ârifler gibi hani... ârif de bu noksan beden kendiliğinden kurtulmak için gönül kandilini yakar da 3110
- همچو عارف کن تن ناقص چراغ ** شمع دل افروخت از بهر فراغ
- Günün birinde ansızın bu kandil sönerse onun yerine can kandilini koyayım der.
- تا که روزی کین بمیرد ناگهان ** پیش چشم خود نهد او شمع جان
- Padişah bu işi anlamadı da aldandı... fâni kandilin yerine başka bir fani kandile kapıldı!
- او نکرد این فهم پس داد از غرر ** شمع فانی را بفانیی دگر
- Padişahın,soyunun kesilmesinden korkarak oğluna bir kız alması
- عروس آوردن پادشاه فرزند خود را از خوف انقطاع نسل
- Padişah bunun üzerine, evlensin de soyu sopu üresin diye şehzadeye bir kız almak istedi.
- پس عروسی خواست باید بهر او ** تا نماید زین تزوج نسل رو
- Bu doğan, tekrar yokluk âlemine yüz tutarsa o doğanın yerini yine bir doğan tutsun...
- گر رود سوی فنا این باز باز ** فرخ او گردد ز بعد باز باز
- Bu doğanın sureti, eğer şu âlemden giderse mânası, oğlunda baki kalsın dedi. 3115
- صورت او باز گر زینجا رود ** معنی او در ولد باقی بود
- Onun için o uyanık padişah, Mustafa “Çocuk, babanın sırrıdır” buyurdu.
- بهر این فرمود آن شاه نبیه ** مصطفی که الولد سر ابیه
- İşte bu yüzden bütün halk, sevgilerden çocuklarına sanat öğretirler de,
- بهر این معنی همه خلق از شغف ** میبیاموزند طفلان را حرف
- Onların kalıpları gözden gizlenince o mânalar âlemde bâki kalsın derler.
- تا بماند آن معانی در جهان ** چون شود آن قالب ایشان نهان
- Tanrı, hikmetiyle istidat sahibi olan her küçük çocuğun doğru yolu bulması için onların hırsına bir ciddiyet vermiştir.
- حق به حکمت حرصشان دادست جد ** بهر رشد هر صغیر مستعد
- Ben de kendi soyumun devamı için oğluma mezhebi meşrebi iyi bir kız alacağım. 3120
- من هم از بهر دوام نسل خویش ** جفت خواهم پور خود را خوب کیش
- Fakat alacağım kızın kötü bir padişahın soyundan değil, temiz bir kişinin soyundan bir kız olmasını isterim.
- دختری خواهم ز نسل صالحی ** نی ز نسل پادشاهی کالحی
- Padişah, zaten bu temiz kişidir... hür olan da odur... ne şehvetin esiridir, ne boğazının.
- شاه خود این صالحست آزاد اوست ** نی اسیر حرص فرجست و گلوست
- Fakat halk, aksine olarak esirlere padişah adını taktılar... Zenciye Kâfur adı takıldığı gibi hani!
- مر اسیران را لقب کردند شاه ** عکس چون کافور نام آن سیاه
- Kanlar içen çöle kurtuluş yeri, bayağı, nekes ve kutsuz kişiye kutlu adını verirler ya!
- شد مفازه بادیهی خونخوار نام ** نیکبخت آن پیس را کردند عام
- Şehvet, kızgınlık ve istek esirine bey, yahut “Sadr ecel – en ulu vezir” dediler. 3125
- بر اسیر شهوت و حرص و امل ** بر نوشته میر یا صدر اجل
- O ecel esirlerine halk, şehirlerde beyler ve “Emîrani ecel – Ulu beyler” adını taktılar.
- آن اسیران اجل را عام داد ** نام امیران اجل اندر بلاد
- Canı, pabuççuların safında alçalmış, yani mevkiye mala kapılıp kalmış olma “Sadr – Ulu ve baş köşeye geçen vezir” derler.
- صدر خوانندش که در صف نعال ** جان او پستست یعنی جاه و مال
- Padişah bir zâhidi seçince bu haber, kadınların kulağına vardı!
- شاه چون با زاهدی خویشی گزید ** این خبر در گوش خاتونان رسید
- Padişahın,oğlu için bir yoksul zâhidin kızını seçip almasına harem ehlinin itirazı ve onların bu akrabalıktan utanmaları
- اختیار کردن پادشاه دختر درویش زاهدی را از جهت پسر و اعتراض کردن اهل حرم و ننگ داشتن ایشان از پیوندی درویش
- Şehzadenin anası, aklının noksan oluşundan itiraz ederek dedi ki: Evlenmede gerek akıl, gerek nakil, eşit olmayı şart koşmuştur.
- مادر شهزاده گفت از نقص عقل ** شرط کفویت بود در عقل نقل
- Halbuki sen nekesliğinden, cimriliğinden kurnazlık ederek oğlumuzu bir yoksulla akraba yapıyorsun? 3130
- تو ز شح و بخل خواهی وز دها ** تا ببندی پور ما را بر گدا
- Padişah dedi ki: Temiz bir kişiye yoksul demek hatadır... çünkü onun kalbi ganidir ve bu da Tanrı vergisidir.
- گفت صالح را گدا گفتن خطاست ** کو غنی القلب از داد خداست
- Böyle adam, takvasında kanaat bucağına kaçar, yoksul gibi nekesliğinden, tembelliğinden değil!
- در قناعت میگریزد از تقی ** نه از لیمی و کسل همچون گدا
- Kanaattan meydana gelen darlık, takvadandır... bu, aşağılık kişilerin yokluğundan, darlığından apayrı bir şeydir.
- قلتی کان از قناعت وز تقاست ** آن ز فقر و قلت دونان جداست
- Nekes, bir habbe bulsa başını bile verir... halbuki temiz kişi, himmetiyle altın hazinesine bile bakmaz, terk edip gider!
- حبهای آن گر بیابد سر نهد ** وین ز گنج زر به همت میجهد