- Fakat can güneşi battı mı bütün evlerin nuru kaybolur, gidiverir! 460
- باز چون خورشید جان آفل شود ** نور جمله خانهها زایل شود
- Bu söz nurun misalidir, misli değil... Sana doğru yolu gösterir, düşmanın da yolunu vurur!
- این مثال نور آمد مثل نی ** مر ترا هادی عدو را رهزنی
- O münkir, o kötü huylu, örümcek gibi kokmuş ağlar kurar...
- بر مثال عنکبوت آن زشتخو ** پردههای گنده را بر بافد او
- Tükürüğü ile nura perde gerer; fakat kendi anlayış gözünü kör eder.
- از لعاب خویش پردهی نور کرد ** دیدهی ادراک خود را کور کرد
- Atın boynunu tutarsa murat alır, maksadına erişir... Fakat ayağını yakalarsa tekmeyi yer!
- گردن اسپ ار بگیرد بر خورد ** ور بگیرد پاش بستاند لگد
- Gemsiz ve serkeş ata pek yaklaşma... Kendine aklı ve dini kılavuz et, onlara uy vesselâm! 465
- کم نشین بر اسپ توسن بیلگام ** عقل و دین را پیشوا کن والسلام
- Bu azmini sakın hor görme, ehemmiyetsiz sanma... bu yolda sabır lazım, çekilecek mihnetlere tahammül gerek!
- اندرین آهنگ منگر سست و پست ** کاندرین ره صبر و شق انفسست
- Mescid-i Aksâ’nın binası
- بقیهی قصهی بنای مسجد اقصی
- Süleyman, Kâbe gibi temiz, Mina gibi yüce olan o yapıya başladı.
- چون سلیمان کرد آغاز بنا ** پاک چون کعبه همایون چون منی
- Yapısında tekellüflerde bulundu... Öbür yapılar gibi rasgele ve değersiz bir yapı değildi o!
- در بنااش دیده میشد کر و فر ** نی فسرده چون بناهای دگر
- Yapı için dağdan kesilen her taş, apaçık “Önce beni götürün” derdi.
- در بنا هر سنگ کز که میسکست ** فاش سیروا بیهمی گفت از نخست
- 470.Âdem’in yoğrulduğu su ve toprak gibi o yapının her kerpicinden nur parladı. 470
- همچو از آب و گل آدمکده ** نور ز آهک پارهها تابان شده
- Taş, hammalsız geliyordu... o kapı, o duvarlar, âdeta canlıydı.
- سنگ بیحمال آینده شده ** وان در و دیوارها زنده شده
- Allah daima der ki: Cennetin duvarları, bu duvarlar gibi cansız ve çirkin değildir.
- حق همیگوید که دیوار بهشت ** نیست چون دیوارها بیجان و زشت
- Ten kapısı, ten duvarı gibi uyanıktır... Cennet evi de diridir; çünkü padişahlar padişahına mensuptur orası!
- چون در و دیوار تن با آگهیست ** زنده باشد خانه چون شاهنشهیست
- Ağaç da cennet ehliyle konuşur, söz söyler, meyve de, akan duru sular da!
- هم درخت و میوه هم آب زلال ** با بهشتی در حدیث و در مقال
- Çünkü cenneti aletle yapmamışlardır ki... Orası amellerden, niyetlerden yapılmadır. 475
- زانک جنت را نه ز آلت بستهاند ** بلک از اعمال و نیت بستهاند
- Bu yapı ölü sudan, ölü topraktan yapılmıştır; o yapı diri ibadetlerle kurulmuştur.
- این بنا ز آب و گل مرده بدست ** وان بنا از طاعت زنده شدست
- Bu aslına benzer, dağınıklıklarla doludur... O da aslı olan ilme, amele benzer!
- این به اصل خویش ماند پرخلل ** وان به اصل خود که علمست و عمل
- Oradaki taht da, köşk de, taç da, elbise de cennet ehline sorular sorar, cevaplar verir!
- هم سریر و قصر و هم تاج و ثیاب ** با بهشتی در سال و در جواب
- Döşemesi, döşeyen olmaksızın döşenmiştir... O ev, süpürgesiz süpürülmüş, temizlenmiştir!
- فرش بیفراش پیچیده شود ** خانه بیمکناس روبیده شود
- Gönül evine bak! Gamla tozlandı mı süpürgeci olmaksızın tövbeyle süpürülür, arınır. 480
- خانهی دل بین ز غم ژولیده شد ** بیکناس از توبهای روبیده شد
- O yurdun tahtı, kimse taşıyıp götürmeksizin gider yürür... Kapı halkası da güzel seslerle şarkılar söyler, çalgılar çalar, kapı da!
- تخت او سیار بیحمال شد ** حلقه و در مطرب و قوال شد
- Gönülde de o ebediyet yurdu olan cennetin diriliği var... Fakat ne fayda, dilime gelmiyor ki, söyleyemiyorum ki!
- هست در دل زندگی دارالخلود ** در زبانم چون نمیآید چه سود
- Süleyman her sabah çağı halkı irşad için mescide girdi mi,
- چون سلیمان در شدی هر بامداد ** مسجد اندر بهر ارشاد عباد
- Gâh sözle, gâh nameyle, sazla gâh işle, yani rükû ederek yahut namaz kılarak halka öğüt verirdi.
- پند دادی گه بگفت و لحن و ساز ** گه به فعل اعنی رکوعی یا نماز
- İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker... Çünkü bu öğüdü sağırların bile can kulakları duyar! 485
- پند فعلی خلق را جذابتر ** که رسد در جان هر باگوش و کر
- Sonra bu öğüt de emirlik vehmi de az olur... Bu yüzden halka adamakıllı tesir eder!
- اندر آن وهم امیری کم بود ** در حشم تاثیر آن محکم بود
- Allah razı olsun, Osman’ın ilk halifeliğindeki hutbesi, işe öğüt veren, sözle öğüt verenden yeğdir.
- قصهی آغاز خلافت عثمان رضی الله عنه و خطبهی وی در بیان آنک ناصح فعال به فعل به از ناصح قوال به قول
- Osman, halife olur olmaz hemen koşup minbere çıktı.
- قصهی عثمان که بر منبر برفت ** چون خلافت یافت بشتابید تفت
- Ulular ulusu peygamberin minberi üç basamaktı. Ebubekir, minbere çıkınca ikinci basamağa,
- منبر مهتر که سهپایه بدست ** رفت بوبکر و دوم پایه نشست
- Ömer de zamanında İslam’a ve dine saygısı dolayısıyla üçüncü basamağa oturmuştu.
- بر سوم پایه عمر در دور خویش ** از برای حرمت اسلام و کیش
- Osman’ın devri gelince o üst basamağa çıktı, o bahtı kutlu, oraya oturdu. 490
- دور عثمان آمد او بالای تخت ** بر شد و بنشست آن محمودبخت
- Herzevekilin biri ona sordu: “İlk iki halife, Peygamberin yerine oturmadılar.
- پس سالش کرد شخصی بوالفضول ** که آن دو ننشستند بر جای رسول
- Sen nasıl oldu da onlardan üstün olmaya kalkışıyorsun? Hâlbuki mertebe bakımından onlardan aşağısın sen.”
- پس تو چون جستی ازیشان برتری ** چون برتبت تو ازیشان کمتری
- Osman dedi ki: “Üçüncü basamağa otursaydım beni Ömer’e benziyorum sanırlardı.
- گفت اگر پایهی سوم را بسپرم ** وهم آید که مثال عمرم
- İkinci basamağa otursaydım diyebilirlerdi ki bu Ebubekir’e benziyor, onun misli!
- بر دوم پایه شوم من جایجو ** گویی بوبکرست و این هم مثل او
- Bu üst basamak, Mustafa’nın makamı... O padişaha benzememe zaten imkânı yok. 495
- هست این بالا مقام مصطفی ** وهم مثلی نیست با آن شه مرا
- Ondan sonra o merhametli halife, hutbe okuyacak yerde ta ikindiye yakın bir zamana kadar sustu kaldı.
- بعد از آن بر جای خطبه آن ودود ** تا به قرب عصر لبخاموش بود
- Kimsede, hadi okusana diyecek bir kudret de yoktu, mescitten çıkıp gidecek kudret de!
- زهره نه کس را که گوید هین بخوان ** یا برون آید ز مسجد آن زمان
- Halkın ileri olanlarına da bir heybet çökmüştü, bayağılarına da. Mescidin içi, damı nurla dolmuştu!
- هیبتی بنشسته بد بر خاص و عام ** پر شده نور خدا آن صحن و بام
- Can gözü açık olanlar o nuru görüyorlardı... Bırak onları, körler bile o nurla hararete gelmiş coşmuşlardı!
- هر که بینا ناظر نورش بدی ** کور زان خورشید هم گرم آمدی
- Körün gözü, güneşin doğduğunu hararetinden anlar. 500
- پس ز گرمی فهم کردی چشم کور ** که بر آمد آفتابی بیفتور
- Fakat bu hararet, her duyulanın hakikati görülsün diye gözü açar...
- لیک این گرمی گشاید دیده را ** تا ببیند عین هر بشنیده را
- Ve hararetinde bir sıkıntı bir hal vardır... Hakiki güneşin hararetiyle gönlü açar, gönle bir ferahlık, bir genişlik verir!
- گرمیش را ضجرتی و حالتی ** زان تبش دل را گشادی فسحتی
- Kör, evveline evvel olmayan Allah nuruyla hararetlendi mi ferahından, ben görüyorum, gözlerim açıldı benim der.
- کور چون شد گرم از نور قدم ** از فرح گوید که من بینا شدم
- Güzelim, adamakıllı ve hoş bir sarhoşluktur bu... Yalnız can gözünün açılması için aşılacak az bir yol vardır.
- سخت خوش مستی ولی ای بوالحسن ** پارهای راهست تا بینا شدن
- Bu körün güneşten nasibidir... Allah doğrusunu daha iyi bilir ya... Bunun gibi belki yüzlerce nasibi de var! 505
- این نصیب کور باشد ز آفتاب ** صد چنین والله اعلم بالصواب
- O nuru gören kişinin ahvalini anlatmak, hiç Ebu Ali Sina’nın harcı mıdır?
- وآنک او آن نور را بینا بود ** شرح او کی کار بوسینا بود
- Yüz kat kuvvetli bile olsa bu dil, kim oluyor ki eliyle görüş perdesini oynatmaya kalkışıyor?
- ور شود صد تو که باشد این زبان ** که بجنباند به کف پردهی عیان
- Perdeye elini sürerse vay ona... Allah kılıcı elini kesiverir!
- وای بر وی گر بساید پرده را ** تیغ اللهی کند دستش جدا
- Hatta el de nedir ki? Bilgisizliğinden serkeşlik eden başı bile keser, koparır!
- دست چه بود خود سرش را بر کند ** آن سری کز جهل سرها میکند