- Yokluk küheylânı, ne de güzel bir buraktır... Yok olduysan seni varlık makamına götürür! 555
- خوش براقی گشت خنگ نیستی ** سوی هستی آردت گر نیستی
- Dağlar, denizler ancak tırnağına dokunabilir; o derece süratlidir... Duygu âlemini derhâl geride bırakıverir!
- کوه و دریاها سمش مس میکند ** تا جهان حس را پس میکند
- Ayağını gemiye çekte can sevgilisine giden can gibi oturduğun yerde yürüye dur!
- پا بکش در کشتی و میرو روان ** چون سوی معشوق جان جان روان
- Elsiz, ayaksız evveline evvel olmayan Allah’a kadar git... Canların, yoklukta elsiz ayaksız varlık âlemine koştukları gibi!
- دست نه و پای نه رو تا قدم ** آن چنانک تاخت جانها از عدم
- Duyan, gaflet uykusunda olmasaydı, can kulağı açık bulunsaydı sözde kıyas perdesini yırtardın ya!
- بردریدی در سخن پردهی قیاس ** گر نبودی سمع سامع را نعاس
- Ey felek, onun sözlerine inciler saç... Ey cihan, onun cihanından utan! 560
- ای فلک بر گفت او گوهر ببار ** از جهان او جهانا شرم دار
- Eğer inciler saçarsan incilerin yüz kat fazlalaşır... câmid cismin görür, sevilir bir hâle gelir.
- گر بباری گوهرت صد تا شود ** جامدت بیننده و گویا شود
- O saçtığın incileri kendin için saçtın demektir... Çünkü her çeşit sermaye yüz misli artar!
- پس نثاری کرده باشی بهر خود ** چونک هر سرمایهی تو صد شود
- Belkis’in Sebe şehrinden Süleyman aleyhisselâm’a hediye göndermesi
- قصهی هدیه فرستادن بلقیس از شهر سبا سوی سلیمان علیهالسلام
- Belkıs’ın hediyesi kırk katır yükü altın kerpiçti.
- هدیهی بلقیس چل استر بدست ** بار آنها جمله خشت زر بدست
- Hediyeleri getirenler, Süleyman’ın saray meydanına girince bir de gördüler ki yer, tamamı ile halis altınla döşenmiş!
- چون به صحرای سلیمانی رسید ** فرش آن را جمله زر پخته دید
- Altın üstünde tam kırk konaklık yol aldılar... Artık altın gözlerine su gibi bile görünmüyordu, o kadar ehemmiyetsiz bir hale gelmişti. 565
- بر سر زر تا چهل منزل براند ** تا که زر را در نظر آبی نماند
- Defalarca bu altınları, getirdiğimiz yere götürelim... Biz ne olmayacak iş yapıyoruz;
- بارها گفتند زر را وا بریم ** سوی مخزن ما چه بیگار اندریم
- Toprağı bile halis altın olan bir yere hediye olarak altın götürmek aptallıktır dediler.
- عرصهای کش خاک زر ده دهیست ** زر به هدیه بردن آنجا ابلهیست
- Ey Allah’a aklı hediye götüren, akıl, orada yoldaki topraktan da aşağıdır!
- ای ببرده عقل هدیه تا اله ** عقل آنجا کمترست از خاک راه
- Hediyenin makbule geçmeyeceğini anladıklarından utangaçlıkları, âdeta onları gerisin geriye itmekteydi!
- چون کساد هدیه آنجا شد پدید ** شرمساریشان همی واپس کشید
- Sonra yine dediler ki: İster makbule geçsin, ister geçmesin... Bize ne? Biz emir kuluyuz! 570
- باز گفتند ار کساد و ار روا ** چیست بر ما بنده فرمانیم ما
- Altın olsun toprak olsun... Biz, götürmeye mecburuz... Buyruk verenin buyruğunu yerine getirmek mecburiyetindeyiz.
- گر زر و گر خاک ما را بردنیست ** امر فرمانده به جا آوردنیست
- Geri götürün derlerse yine fermana uyar, getirdiğimiz hediyeyi geri götürürüz!
- گر بفرمایند که واپس برید ** هم به فرمان تحفه را باز آورید
- Süleyman, hediye getirenleri ve getirdikleri hediyeyi görünce gülmeye başladı. “Ben, sizden tirit istedim mi ki?
- خندهش آمد چون سلیمان آن بدید ** کز شما من کی طلب کردم ثرید
- Ben, bana hediye verin demedim; hediyeye layık olun dedim.
- من نمیگویم مرا هدیه دهید ** بلک گفتم لایق هدیه شوید
- Bana gayb âleminden eşi görülmedik hediyeler gelmekte... Öyle hediyeler ki insan, onları istemeye niyetlense aklına bile getiremez! 575
- که مرا از غیب نادر هدیههاست ** که بشر آن را نیارد نیز خواست
- Siz, yer altındaki madeni altın haline getiren bir yıldıza, güneşe tapıyorsunuz... o yıldızı yaratana yüz tutun!
- میپرستید اختری کو زر کند ** رو باو آرید کو اختر کند
- Değeri yüce olan canınızı hor hakir ederek gökteki güneşe tapıyorsunuz.
- میپرستید آفتاب چرخ را ** خوار کرده جان عالینرخ را
- Güneş Allah emriyle bizim aşçımızdır, çiyleri pişirir... Artık ona Allah dersen aptallıktır bu!
- آفتاب از امر حق طباخ ماست ** ابلهی باشد که گوییم او خداست
- Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin?
- آفتابت گر بگیرد چون کنی ** آن سیاهی زو تو چون بیرون کنی
- Nihayet yine Allah tapısına yüz vurup ya Rabbi. O karaltıyı gider, yine ona nurunu ver demez misin? 580
- نه به درگاه خدا آری صداع ** که سیاهی را ببر وا ده شعاع
- Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağım yahut aman dileyeceğim güneş nerede?
- گر کشندت نیمشب خورشید کو ** تا بنالی یا امان خواهی ازو
- Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... Hâlbuki geceleyin taptığın Allah ortada yoktur.
- حادثات اغلب به شب واقع شود ** وان زمان معبود تو غایب بود
- Allah’a gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Allah’a mahrem olursun!
- سوی حق گر راستانه خم شوی ** وا رهی از اختران محرم شوی
- Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim... Bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen!
- چون شوی محرم گشایم با تو لب ** تا ببینی آفتابی نیمشب
- Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... Yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz. 585
- جز روان پاک او را شرق نه ** در طلوعش روز و شب را فرق نه
- Gündüz, onun doğduğu zamana derler... Geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz.
- روز آن باشد که او شارق شود ** شب نماند شب چو او بارق شود
- Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür!
- چون نماید ذره پیش آفتاب ** همچنانست آفتاب اندر لباب
- Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır!
- آفتابی را که رخشان میشود ** دیده پیشش کند و حیران میشود
- Arşın nuruna... Arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün!
- همچو ذره بینیش در نور عرش ** پیش نور بی حد موفور عرش
- Göze Allah’tan bir kuvvet gelince zahiri güneşi hor ve yoksul görür, bayağı bulursun! 590
- خوار و مسکین بینی او را بیقرار ** دیده را قوت شده از کردگار
- Allah, öyle bir kimyagerdir ki onun bir tesiriyle duman, yıldız haline gelmiştir...
- کیمیایی که ازو یک ماثری ** بر دخان افتاد گشت آن اختری
- Öyle bir görülmedik iksiri vardır ki karanlığı güneş haline getirmiştim.
- نادر اکسیری که از وی نیم تاب ** بر ظلامی زد به گردش آفتاب
- Bir acayip sanatkârdır ki bir sanatıyla zühale bu kadar hassa vermiştir...
- بوالعجب میناگری کز یک عمل ** بست چندین خاصیت را بر زحل
- Artık sen öbür can yıldızlarıyla can incilerini de var, buna kıyas et!
- باقی اخترها و گوهرهای جان ** هم برین مقیاس ای طالب بدان
- Duygu gözü, güneşe zebundur; ilahi bir göz ara, ilahi bir göz bul da, 595
- دیدهی حسی زبون آفتاب ** دیدهی ربانیی جو و بیاب
- Onun bakışına karşı şimşekler saçan güneşin nurları zebun olsun!
- تا زبون گردد به پیش آن نظر ** شعشعات آفتاب با شرر
- O bakış nura mensuptur, bu bakış, nâra... Ateş, nura karşı adamakıllı kara görünür!
- که آن نظر نوری و این ناری بود ** نار پیش نور بس تاری بود
- Allah sırrını kutlasın, Şeyh Abdullah-ı Mağribi’nin kerametleri
- کرامات و نور شیخ عبدالله مغربی قدس الله سره
- Şeyh Abdullah-ı Mağribi dedi ki: “Altmış yıldır ben gece nedir, görmedim.
- گفت عبدالله شیخ مغربی ** شصت سال از شب ندیدم من شبی
- Bu altmış yıl içinde ne gündüz, ne de gece... Hiçbir sebeple bir karanlığa düşmedim.”
- من ندیدم ظلمتی در شصت سال ** نه به روز و نه به شب نه ز اعتلال
- Sofiler de şeyhin sözünün doğruluğunu söylemişler, demişlerdi ki: “Geceleri ardında giderdik.” 600
- صوفیان گفتند صدق قال او ** شب همیرفتیم در دنبال او
- Dikenlerle, çukurlarla dolu olan çöllerde yürürdük... O, dolunay gibi önümüzde giderdi.
- در بیابانهای پر از خار و گو ** او چو ماه بدر ما را پیشرو
- Yüzünü geriye çevirmeden gece vakti, “Dikkat edin, önünüzde çukur var, sola doğru yürüyün” derdi.
- روی پس ناکرده میگفتی به شب ** هین گو آمد میل کن در سوی چپ
- Bir an sonra da “Sağa gidin, ayağımızın altında diken var” diye seslenirdi.
- باز گفتی بعد یک دم سوی راست ** میل کن زیرا که خاری پیش پاست
- Gündüz olur, biz ayağını öperdik... Görürdük ki ayakları gelin ayağı gibi!
- روز گشتی پاش را ما پایبوس ** گشته و پایش چو پاهای عروس