English    Türkçe    فارسی   

4
606-655

  • Allah, Mağribî’yi maşrıkî etmişti... Batıyı ona doğu gibi nurlar saçan bir hale getirmişti!
  • مغربی را مشرقی کرده خدای ** کرده مغرب را چو مشرق نورزای
  • Bu serkeş güneşin nuru, aşk meydanının öyle bir atıdır ki halkın ileri gidenlerinin gününü de o korur, geri kalanların gününü de o!
  • نور این شمس شموسی فارس است ** روز خاص و عام را او حارس است
  • O yüce nur nasıl korumaz ki binlerce güneşi izhar eden odur.
  • چون نباشد حارس آن نور مجید ** که هزاران آفتاب آرد پدید
  • Sen onun nuru ile emniyet içinde yürüye dur... Ejderhalar, akrepler arasında yol almaya bak!
  • تو به نور او همی رو در امان ** در میان اژدها و کزدمان
  • O pak nur, senin önünde gider durur... Her yol vuranı tutar, paramparça eder! 610
  • پیش پیشت می‌رود آن نور پاک ** می‌کند هر ره‌زنی را چاک‌چاک
  • “Allah, kıyamet gününde Peygamberini utandırmaz” ayetini doğru bil; “Müminlerin nurları, önlerinde ve sağlarında yürür yollarını aydınlatır” ayetini oku!
  • یوم لا یخزی النبی راست دان ** نور یسعی بین ایدیهم بخوان
  • O nur kıyamette çoğalır ama Allah’tan o nuru burada da istemeli!
  • گرچه گردد در قیامت آن فزون ** از خدا اینجا بخواهید آزمون
  • Çünkü Allah istenen şeye delalet etmeyi daha iyi bilir ama buluta da can nuru bağışlar karanlığa da!
  • کو ببخشد هم به میغ و هم به ماغ ** نور جان والله اعلم بالبلاغ
  • Süleyman aleyhisselâm’ın Belkis’in elçilerini, getirdikleri hediyelerle beraber Belkis’e göndermesi ve Belkis’i güneşe tapmadan vazgeçip Allah’a inanmaya davet etmesi
  • بازگردانیدن سلیمان علیه‌السلام رسولان بلقیس را به آن هدیه‌ها کی آورده بودند سوی بلقیس و دعوت کردن بلقیس را به ایمان و ترک آفتاب‌پرستی
  • Süleyman Peygamber, o elçilere dedi ki: “Ey utanan elçiler, geri dönün... Altın sizin olsun; bana gönül getirin, gönül!
  • باز گردید ای رسولان خجل ** زر شما را دل به من آرید دل
  • Benim bu altınlarımı da alın da o altınlara ilave edin... Körlüğünüzü anlayın da o altınları katırın fercine sokun! 615
  • این زر من بر سر آن زر نهید ** کوری تن فرج استر را دهید
  • Katırın ferci, altın kilit vurulmaya layıktır... Aşığın altınıysa sapsarı yüzüdür!
  • فرج استر لایق حلقه‌ی زرست ** زر عاشق روی زرد اصفرست
  • O yüz, Allah’ın nazar ettiği yerdir... Hâlbuki altın madenine güneş nazar eder!
  • که نظرگاه خداوندست آن ** کز نظرانداز خورشیدست کان
  • Maden güneş ışığının nazargâhıdır; âşığın yüzü hakikatlere sahip olan Allah’ın nazargâhıdır.
  • کو نظرگاه شعاع آفتاب ** کو نظرگاه خداوند لباب
  • Şimdi de bana gelip çattınız, benim esirimsiniz ama yine benim sizi yakalamamdan korkun, canınızı siper edin!
  • از گرفت من ز جان اسپر کنید ** گرچه اکنون هم گرفتار منید
  • Taneye kapılmış kuş dam üstündedir ama kanadı açık olduğu halde tuzağa tutulmuştur o! 620
  • مرغ فتنه دانه بر بامست او ** پر گشاده بسته‌ی دامست او
  • Mademki gönlünü canla başla taneye verdi... Sen onu tutulmadan tutulmuş bil!
  • چون به دانه داد او دل را به جان ** ناگرفته مر ورا بگرفته دان
  • Taneye bakıp duruyor ya... Sen o bakışları, ayağına vurulan düğüm say!
  • آن نظرها که به دانه می‌کند ** آن گره دان کو به پا برمی‌زند
  • Tane, sen şimdi bana hırsızlama bakıyorsun ama hele sabret; asıl ben seni çalıyorum;
  • دانه گوید گر تو می‌دزدی نظر ** من همی دزدم ز تو صبر و مقر
  • O bakış, sonunda seni bana çekince anlarsın ki ben senden gafil değilim der!
  • چون کشیدت آن نظر اندر پیم ** پس بدانی کز تو من غافل نیم
  • Terazinin dirhemi baş yıkayacak kil olan aktarın kilini, aktar şeker tartarken kil yemeyi âdet edinmiş olan müşterinin gizlice ve hırsızlama çalması
  • قصه‌ی عطاری کی سنگ ترازوی او گل سرشوی بود و دزدیدن مشتری گل خوار از آن گل هنگام سنجیدن شکر دزدیده و پنهان
  • Toprak yemeyi adet edinmiş olan birisi bir aktara gidip kelle şekeri almak istedi. 625
  • پیش عطاری یکی گل‌خوار رفت ** تا خرد ابلوج قند خاص زفت
  • O hilebaz ve gönlü bozuk aktarın terazisinde dirhem ve taş yerine toprak vardı.
  • پس بر عطار طرار دودل ** موضع سنگ ترازو بود گل
  • Dedi ki: Benim terazimin dirhemi topraktır. Şeker almaya niyetin varsa sabret de dirhem bulayım.
  • گفت گل سنگ ترازوی منست ** گر ترا میل شکر بخریدنست
  • Adam “Mühim bir işim var, şeker almam lazım... Dirhemin ne olursa olsun, zararı yok” dedi.
  • گفت هستم در مهمی قندجو ** سنگ میزان هر چه خواهی باش گو
  • Kendi kendisine de “Toprak yemeyi adet edinen kişiye taş nedir ki? Toprak altından daha iyi!
  • گفت با خود پیش آنک گل‌خورست ** سنگ چه بود گل نکوتر از زرست
  • Hani o kılavuz kadın gibi... Oğlum, pek güzel bir kız buldum. 630
  • هم‌چو آن دلاله که گفت ای پسر ** نو عروسی یافتم بس خوب‌فر
  • Pek güzel ama ondan başka bir şey daha var: o namuslu kız, helvacı kızı demiş de,
  • سخت زیبا لیک هم یک چیز هست ** که آن ستیره دختر حلواگرست
  • Evlenecek adam böyle olması daha iyi ya... Helvacının kızı daha yağlı, daha tatlı olur demiş!
  • گفت بهتر این چنین خود گر بود ** دختر او چرب و شیرین‌تر بود
  • Onun gibi senin de taş dirhemin yok da taş yerine toprak kullanıyorsan daha iyi ya... Toprak benim gönlümün istediği meyve!” diyordu.
  • گر نداری سنگ و سنگت از گلست ** این به و به گل مرا میوه‌ی دلست
  • Aktar, terazisinin dirhem gözüne dirhem vazifesini gören taş yerine toprak parçasını koydu.
  • اندر آن کفه‌ی ترازو ز اعتداد ** او به جای سنگ آن گل را نهاد
  • Öbür gözüne koymak üzere de o toprağın ağırlığınca şeker kırmaya koyuldu. 635
  • پس برای کفه‌ی دیگر به دست ** هم به قدر آن شکر را می‌شکست
  • Şekeri kesip kıracak bir aleti olmadığı için biraz gecikti, müşteriyi de orada bıraktı.
  • چون نبودش تیشه‌ای او دیر ماند ** مشتری را منتظر آنجا نشاند
  • Aktarın yüzü öbür yanaydı... Toprak yemeyi adet edinmiş olan müşteri, dayanamadı... Gizlice ve güya aktara göstermeden toprağı koparıp yemeye başladı.
  • رویش آن سو بود گل‌خور ناشکفت ** گل ازو پوشیده دزدیدن گرفت
  • Ansızın döner de beni görüverir diye de korkmaktaydı.
  • ترس ترسان که نباید ناگهان ** چشم او بر من فتد از امتحان
  • Aktar, bunu gördü... Gördü ama kendisini meşgul gösterdi. Diyordu ki: “A sararmış suratlı, hadi biraz daha fazla çal!
  • دید عطار آن و خود مشغول کرد ** که فزون‌تر دزد هین ای روی‌زرد
  • Toprağımı çalıyorsan bana bir şey olmuyor; sen, adeta kendi yanından et koparıyor, kendi etini yiyorsun! 640
  • گر بدزدی وز گل من می‌بری ** رو که هم از پهلوی خود می‌خوری
  • Benden korkup duruyorsun ya eşekliğinden... Ben de az yiyeceksin diye korkmaktayım!
  • تو همی ترسی ز من لیک از خری ** من همی‌ترسم که تو کمتر خوری
  • Meşgulüm ama kamışımdan sana fazla şeker verecek kadar da ahmak değilim ben!
  • گرچه مشغولم چنان احمق نیم ** که شکر افزون کشی تو از نیم
  • Alacağın şekeri görünce kimin ahmak ve gafil olduğunu anlarsın, hele dur”
  • چون ببینی مر شکر را ز آزمود ** پس بدانی احمق و غافل کی بود
  • Kuş, o taneye baktıkça bakar, hoşlanır ama tane de uzaktan o kuşun yolunu vurur!
  • مرغ زان دانه نظر خوش می‌کند ** دانه هم از دور راهش می‌زند
  • Göz zinasından hoşlanırsın ama nihayet kendi yanından kopardığın eti kebap edip yemiyor musun ki? 645
  • کز زنای چشم حظی می‌بری ** نه کباب از پهلوی خود می‌خوری
  • Bu uzaktan bakış ok ve zehir gibidir... Gittikçe sevgin artar, sabrın eksilir!
  • این نظر از دور چون تیرست و سم ** عشقت افزون می‌شود صبر تو کم
  • Dünya malı zayıf kuşların tuzağıdır... ahiret mülkü, yüce kuşların tuzağı!
  • مال دنیا دام مرغان ضعیف ** ملک عقبی دام مرغان شریف
  • Hatta bu ahiret mülkü, öyle bir derin tuzaktır ki ulu ulu kuşları avlar!
  • تا بدین ملکی که او دامست ژرف ** در شکار آرند مرغان شگرف
  • Ben Süleyman’ım, sizin mülkünüzü istemem... Mülk istemek şöyle dursun, ben sizi, helâk edecek şeylerden kurtarırım!
  • من سلیمان می‌نخواهم ملکتان ** بلک من برهانم از هر هلکتان
  • Şimdi siz, malın, mülkün esirisiniz... Mala mülke sahip olan kişi, helâk olmaktan kurtulan, mala, mülke esir olmayan kişidir. 650
  • کین زمان هستید خود مملوک ملک ** مالک ملک آنک بجهید او ز هلک
  • Hâlbuki ey âleme esir olan, aksine adını bu cihanın emiri taktın!
  • بازگونه ای اسیر این جهان ** نام خود کردی امیر این جهان
  • Hakikatte sen, bu âlemin esirisin, canın, bu cihan hapsine düşmüştür... Öyle olduğu halde niceye, bir kendine cihan sahibi deyip duracaksın?
  • ای تو بنده‌ی این جهان محبوس جان ** چند گویی خویش را خواجه‌ی جهان
  • Süleyman aleyhisselâm’ın elçilerin gönlünü alması, onlara iltifatta bulunması, gönüllerindeki ürkekliği gidermesi ve hediyeleri kabul etmediğinden özür dileyip, kabul etmemesinin sebeplerini anlatması
  • دلداری کردن و نواختن سلیمان علیه‌السلام مر آن رسولان را و دفع وحشت و آزار از دل ایشان و عذر قبول ناکردن هدیه شرح کردن با ایشان
  • Ey, elçiler, tez sizi elçi olarak gönderiyorum... bu hediyeleri reddetmem, sizin için kabul etmemden yeğdir.
  • ای رسولان می‌فرستمتان رسول ** رد من بهتر شما را از قبول
  • Belkıs’ın yanına gidince gördüğünüz şaşılacak şeyleri, altın ovasını hep söyleyin.
  • پیش بلقیس آنچ دیدیت از عجب ** باز گویید از بیابان ذهب
  • Söyleyin de benim altına tamah etmediğimi, altını yaratandan altın elde ettiğimi anlasın. 655
  • تا بداند که به زر طامع نه‌ایم ** ما زر از زرآفرین آورده‌ایم