English    Türkçe    فارسی   

4
840-889

  • Ölmüş ruhların hepsi dirildiler, kanat çırptılar... Öldüler, ten mezarlarından başkaldırdılar! 840
  • روحهای مرده جمله پر زدند ** مردگان از گور تن سر بر زدند
  • Birbirlerine “Bak... Gökten bir sestir geldi” diye müjde vermeye başladılar.
  • یک دگر را مژده می‌دادند هان ** نک ندایی می‌رسد از آسمان
  • O sesten dinler gürbüzleşti... Gönüllerin dalları, yaprakları yeşerdi!
  • زان ندا دینها همی‌گردند گبز ** شاخ و برگ دل همی گردند سبز
  • Süleyman’dan gelen o nefes, Sur üfürülmüş gibi ölüleri mezarlarından kurtardı.
  • از سلیمان آن نفس چون نفخ صور ** مردگان را وا رهانید از قبور
  • Ey dinleyen, yakini Allah daha iyi bilir ya, bu devir geçti... (Kendi zamanına ve zamanının Süleyman’ına dikkat et de) bundan böyle kutluluk senin olsun!
  • مر ترا بادا سعادت بعد ازین ** این گذشت الله اعلم بالیقین
  • Sebe’nin ehlinin geri kalan hikâyesi, Süleyman aleyhisselâm’ın Belkıs’ı ve kavmini doğru yola getirmesi, her birinin haline göre din ve gönül müşküllerini halletmesi, her cins kuşun, kendi cinsinden olan kuşu kuşun ötüşüyle kuşun yiyeceği şeylerle avlaması
  • بقیه‌ی قصه‌ی اهل سبا و نصیحت و ارشاد سلیمان علیه‌السلام آل بلقیس را هر یکی را اندر خور خود و مشکلات دین و دل او و صید کردن هر جنس مرغ ضمیری به صفیر آن جنس مرغ و طعمه‌ی او
  • İştiyak çekercesine Sebe’e ait hikâyeyi söylüyorum... Çünkü seher yeli, Laleliğe esip geldi! 845
  • قصه گویم از سبا مشتاق‌وار ** چون صبا آمد به سوی لاله‌زار
  • Bedenler, vuslat günlerini buldu... Çocuklar asılları olan analarına, babalarına kavuştular.
  • لاقت الاشباح یوم وصلها ** عادت الاولاد صوب اصلها
  • Ümmetler içinde gizli olan aşk ümmeti, çevresini kınamalar kaplamış cömertliğe benzer.
  • امة العشق الخفی فی الامم ** مثل جود حوله لوم السقم
  • Ruhların aşağılanması, bedenler yüzündendir. Bedenlerin yüceliği, ruhlardandır!
  • ذلة الارواح من اشباحها ** عزة الاشباح من ارواحها
  • Ey âşıklar, arı - duru şarap sizindir, size sunulur. Baki olan sizsiniz, beka sizindir!
  • ایها العشاق السقیا لکم ** انتم الباقون و البقیالکم
  • Ey! Yüreklerinde âşık derdi olmayanlar, kalkın âşık olun... İşte Yusuf’un kokusu gelmekte, hemen koklayın, o kokuyu alın! 850
  • ایها السالون قوموا واعشقوا ** ذاک ریح یوسف فاستنشقوا
  • Ey Süleyman’a mensup kuşdili, gel! Hangi kuşun sesi gelirse ona göre nağmeler düz!
  • منطق‌الطیر سلیمانی بیا ** بانگ هر مرغی که آید می‌سرا
  • Allah sesini kuşlara göndermiştir... Her kuşun nağmesini sana öğretmiştir!
  • چون به مرغانت فرستادست حق ** لحن هر مرغی بدادستت سبق
  • Cebrî olan kuşa cebir dilince söyle... Kanadı kırılmış olana sabırdan bahset!
  • مرغ جبری را زبان جبر گو ** مرغ پر اشکسته را از صبر گو
  • Sabreden kuşu hoş gör, affet... Anka’ya Kaf dağının vasıflarını oku!
  • مرغ صابر را تو خوش دار و معاف ** مرغ عنقا را بخوان اوصاف قاف
  • Güvercine doğandan korunmasını emret... Doğana hilmi anlat, can yakmadan çekinmesini söyle! 855
  • مر کبوتر را حذر فرما ز باز ** باز را از حلم گو و احتراز
  • Çaresiz kalan, nurdan mahrum olan yarasayı nura eş et, nura aşina kıl!
  • وان خفاشی را که ماند او بی‌نوا ** می‌کنش با نور جفت و آشنا
  • Savaşan kekliğe sulh öğret... Horozlara sabah çağının alâmetlerini göster!
  • کبک جنگی را بیاموزان تو صلح ** مر خروسان را نما اشراط صبح
  • Hüthütten karakuşa kadar bütün kuşlara böylece yol göster... Allah, doğruyu daha iyi bilir!
  • هم‌چنان می‌رو ز هدهد تا عقاب ** ره نما والله اعلم بالصواب
  • Belkıs’ın saltanattan kurtuluşu, iman şevkiyle mest oluşu, memleketinden hareket esnasında tahtından başka her şeyden vaz geçişi
  • آزاد شدن بلقیس از ملک و مست شدن او از شوق ایمان و التفات همت او از همه‌ی ملک منقطع شدن وقت هجرت الا از تخت
  • Süleyman, Sebe’deki kuşlara bir ıslık çalınca hepsini kendisine bend etti.
  • چون سلیمان سوی مرغان سبا ** یک صفیری کرد بست آن جمله را
  • Ancak canı ve kanadı olmayan yahut balık gibi aslından sağır ve dilsiz olan müstesna! 860
  • جز مگر مرغی که بد بی‌جان و پر ** یا چو ماهی گنگ بود از اصل کر
  • Hayır... yanlış söyledim, sağır bile Allah vahyine karşı baş koyup secde etse Allah ona duygu ihsan eder.
  • نی غلط گفتم که کر گر سر نهد ** پیش وحی کبریا سمعش دهد
  • Belkıs, canla, gönülle Süleyman’a gitmeyi kurdu... Geçmiş zamanlarına açıklandı!
  • چونک بلقیس از دل و جان عزم کرد ** بر زمان رفته هم افسوس خورد
  • Âşıkların adı sanı, arı namusu terk ettikleri gibi o da malını, mülkünü terk etti.
  • ترک مال و ملک کرد او آن چنان ** که بترک نام و ننگ آن عاشقان
  • O nazlı nazenin kölelerle cariyeler, gözüne porsumuş, kokmuş, çürümüş soğan gibi görünmeye başladı.
  • آن غلامان و کنیزان بناز ** پیش چشمش هم‌چو پوسیده پیاز
  • Bağlar, köşkler, ırmaklar, aşk yüzünden gözüne külhan gibi görünüyordu. 865
  • باغها و قصرها و آب رود ** پیش چشم از عشق گلحن می‌نمود
  • Aşk, kızıştı da akın etti mi bütün güzeller, göze çirkin görünür.
  • عشق در هنگام استیلا و خشم ** زشت گرداند لطیفان را به چشم
  • Aşk gayreti, zümrüdü bile insanın gözüne pırasa kadar adi gösterir... İşte “Lâ”nın manası budur.
  • هر زمرد را نماید گندنا ** غیرت عشق این بود معنی لا
  • Ey sığınacak yer arayan, “Lâ ilâhe illâ Hû” budur... Ay bile sana kararmış çömlek gibi görünür!
  • لااله الا هو اینست ای پناه ** که نماید مه ترا دیگ سیاه
  • Belkıs da hiçbir mala hiçbir hazineye, hiçbir değerli şeye ehemmiyet vermiyordu... Yalnız tahtından geçememişti.
  • هیچ مال و هیچ مخزن هیچ رخت ** می دریغش نامد الا جز که تخت
  • Süleyman, Belkıs’ın gönlündekini anladı... Çünkü Süleyman’ın gönlünden Belkıs’ın gönlüne yol olmuştu! 870
  • پس سلیمان از دلش آگاه شد ** کز دل او تا دل او راه شد
  • Karıncaların sesini bile duyan, elbette uzaktakilerin feryadını da duyar.
  • آن کسی که بانگ موران بشنود ** هم فغان سر دوران بشنود
  • “Bir karınca dedi ki” sırrını söyleyen, bu köhne kemerin, bu eski dünyanın sırrını da bilir.
  • آنک گوید راز قالت نملة ** هم بداند راز این طاق کهن
  • Uzaktan gördü ki o kendisini bile teslim eden Belkıs’a, yalnız tahtından ayrılmak acı geliyor!
  • دید از دورش که آن تسلیم کیش ** تلخش آمد فرقت آن تخت خویش
  • Bunun sebebini söylesem, tahtına neden bu kadar âşıktı... Anlatmaya kalkışsam söz uzar.
  • گر بگویم آن سبب گردد دراز ** که چرا بودش به تخت آن عشق و ساز
  • (Belkıs, tahtla aynı cinsten değildi... Doğru, fakat) bu kalem de duygusuzdur, kâtiple aynı cinsten değildir ama ona munistir, eştir, arkadaştır. 875
  • گرچه این کلک قلم خود بی‌حسیست ** نیست جنس کاتب او را مونسیست
  • Her sanatın aleti de böyle cansızdır ama canlı olan sanatkârın munisidir.
  • هم‌چنین هر آلت پیشه‌وری ** هست بی‌جان مونس جانوری
  • Anlayış gözünde nem olmasaydı bu sebebi daha açık anlatırdım!
  • این سبب را من معین گفتمی ** گر نبودی چشم فهمت را نمی
  • Taht haddinden fazla büyüktü; nakledilmesine imkân yoktu.
  • از بزرگی تخت کز حد می‌فزود ** نقل کردن تخت را امکان نبود
  • Pek ince sanatlıydı... Beden gibi eczası, tamamı ile birbirine bitişmişti... Ayrılıp götürülmesi de mümkün değildi, kırılabilirdi.
  • خرده کاری بود و تفریقش خطر ** هم‌چو اوصال بدن با همدگر
  • Süleyman dedi ki: Sonunda tahttan da, taçtan da soğuyacak ya! 880
  • پس سلیمان گفت گر چه فی‌الاخیر ** سرد خواهد شد برو تاج و سریر
  • Can, birlik âlemine ulaşır, o âlemden baş gösterirse birliğin nuruna karşı bedenin nuru kalmaz artık.
  • چون ز وحدت جان برون آرد سری ** جسم را با فر او نبود فری
  • İnci, denizin dibinden çıktı mı denizdeki köpüklerle çer çöpü hor hakir görürsün!
  • چون برآید گوهر از قعر بحار ** بنگری اندر کف و خاشاک خوار
  • Nurlar saçan güneş doğdu, baş gösterdi mi artık akrebin kuyruğunda kim yurt tutmak ister?
  • سر بر آرد آفتاب با شرر ** دم عقرب را کی سازد مستقر
  • Fakat bütün bunlarla beraber yine de onun tahtını getirtmek lâzım.
  • لیک خود با این همه بر نقد حال ** جست باید تخت او را انتقال
  • Getirtmeli de buluştuğu vakit üzülmesin... Çocukça dileği yerine gelmiş olsun. 885
  • تا نگردد خسته هنگام لقا ** کودکانه حاجتش گردد روا
  • O taht bizce adi bir şey ama onca pek aziz... Ne yapalım, hurilerin sofrasında birde şeytan bulunsun!
  • هست بر ما سهل و او را بس عزیز ** تا بود بر خوان حوران دیو نیز
  • Hem o nazlı tahtı, sonradan Eyaz’a hırkasıyla çarığı nasıl ibret olduysa ona da ibret olur!
  • عبرت جانش شود آن تخت ناز ** هم‌چو دلق و چارقی پیش ایاز
  • Bu tahta bakar da neye tutulduğunu, nereden nereye geldiğini, ne haldeyken ne hale büründüğünü bilir, anlar!
  • تا بداند در چه بود آن مبتلا ** از کجاها در رسید او تا کجا
  • Allah da toprağı, meniyi ve et parçasını daima bizim gözümüz önünde tutmuyor mu?
  • خاک را و نطفه را و مضغه را ** پیش چشم ما همی‌دارد خدا