English    Türkçe    فارسی   

4
881-930

  • Can, birlik âlemine ulaşır, o âlemden baş gösterirse birliğin nuruna karşı bedenin nuru kalmaz artık.
  • چون ز وحدت جان برون آرد سری ** جسم را با فر او نبود فری
  • İnci, denizin dibinden çıktı mı denizdeki köpüklerle çer çöpü hor hakir görürsün!
  • چون برآید گوهر از قعر بحار ** بنگری اندر کف و خاشاک خوار
  • Nurlar saçan güneş doğdu, baş gösterdi mi artık akrebin kuyruğunda kim yurt tutmak ister?
  • سر بر آرد آفتاب با شرر ** دم عقرب را کی سازد مستقر
  • Fakat bütün bunlarla beraber yine de onun tahtını getirtmek lâzım.
  • لیک خود با این همه بر نقد حال ** جست باید تخت او را انتقال
  • Getirtmeli de buluştuğu vakit üzülmesin... Çocukça dileği yerine gelmiş olsun. 885
  • تا نگردد خسته هنگام لقا ** کودکانه حاجتش گردد روا
  • O taht bizce adi bir şey ama onca pek aziz... Ne yapalım, hurilerin sofrasında birde şeytan bulunsun!
  • هست بر ما سهل و او را بس عزیز ** تا بود بر خوان حوران دیو نیز
  • Hem o nazlı tahtı, sonradan Eyaz’a hırkasıyla çarığı nasıl ibret olduysa ona da ibret olur!
  • عبرت جانش شود آن تخت ناز ** هم‌چو دلق و چارقی پیش ایاز
  • Bu tahta bakar da neye tutulduğunu, nereden nereye geldiğini, ne haldeyken ne hale büründüğünü bilir, anlar!
  • تا بداند در چه بود آن مبتلا ** از کجاها در رسید او تا کجا
  • Allah da toprağı, meniyi ve et parçasını daima bizim gözümüz önünde tutmuyor mu?
  • خاک را و نطفه را و مضغه را ** پیش چشم ما همی‌دارد خدا
  • A kötü niyetli bak... Seni ne halden ne hale getirdim? Şimdi onlardan nefret ediyorsun değil mi? 890
  • کز کجا آوردمت ای بدنیت ** که از آن آید همی خفریقیت
  • Sen o devirlerde o toprağa, meniye, et parçasına âşıktın... O zamanlar bu kerem ve ihsanı inkâr ediyordun!
  • تو بر آن عاشق بدی در دور آن ** منکر این فضل بودی آن زمان
  • Önce toprak halindeyken ( ben nereden akıl ve ruh sahibi olacağım diye) inkârda bulunuyordun ya... bu kerem ve ihsan, o inkârını gidermek içindir.
  • این کرم چون دفع آن انکار تست ** که میان خاک می‌کردی نخست
  • Canlanman, evvelki inkârına karşı reddedilmez bir delildir... Şu hastalığın dermandan da beter oldu ya!
  • حجت انکار شد انشار تو ** از دوا بدتر شد این بیمار تو
  • Toprağın bu işi yapmasına imkân mı var... Meni, düşmanlıkta bulunur, inkâra düşer mi hiç?
  • خاک را تصویر این کار از کجا ** نطفه را خصمی و انکار از کجا
  • O zamanlar gönülsüz ve ruhsuzdun... Bu yüzden düşünceyi de inkâr ediyordun, inkârı da! 895
  • چون در آن دم بی‌دل و بی‌سر بدی ** فکرت و انکار را منکر بدی
  • Cemadken insan olacağını inkâr ederdin, şimdi de haşr olmayı inkâr etmede ayak diredin!
  • از جمادی چونک انکارت برست ** هم ازین انکار حشرت شد درست
  • Sen şuna benzersin: Adam gelir, kapıyı döver de ev sahibi, içerden “Ev sahibi evde yok diye bağırır.
  • پس مثال تو چو آن حلقه‌زنیست ** کز درونش خواجه گوید خواجه نیست
  • Kapıyı döven bu “Ev sahibi evde yok” sözünden anlar ve ev sahibi içerdedir... Halkadan elini çekmez!
  • حلقه‌زن زین نیست دریابد که هست ** پس ز حلقه بر ندارد هیچ دست
  • Senin inkârın da Allah’ın cemad âleminden yüzlerce haşirde bulunduğunu, yüzlerce can yarattığını gösterir, belli eder!
  • پس هم انکارت مبین می‌کند ** کز جماد او حشر صد فن می‌کند
  • Su ve toprağın “Hel etâ”dan inkâr doğurmasına dek, (insanın aslî maddesi bile yokken nihayet sudan, topraktan meni haline gelip duygu ve görgü sahibi olmasına kadar) nice sıfatlar düzüldü, koşuldu! 900
  • چند صنعت رفت ای انکار تا ** آب و گل انکار زاد از هل اتی
  • İşte su ve toprak (yani insan) da (inkârda bulunuyor ama hakikatte) inkâr etmemekte... Yalnız o ev sahibi gibi “o haber veren içerde yok” diye bağırmakta!
  • آب وگل می‌گفت خود انکار نیست ** بانگ می‌زد بی‌خبر که اخبار نیست
  • Bunu yüz türlü açar, anlatırım ama ince sözlerden insanın aklı sürçer... Onun için vazgeçiyorum!
  • من بگویم شرح این از صد طریق ** لیک خاطر لغزد از گفت دقیق
  • Süleyman aleyhisselâm’ın Belkıs’ın tahtını Sebe’den getirtmeye bir çare bulması
  • چاره کردن سلیمان علیه‌السلام در احضار تخت بلقیس از سبا
  • Bir ifrit dedi ki: Sen daha yerinden kalkmadan ben, tahtını getiririm.
  • گفت عفریتی که تختش را به فن ** حاضر آرم تا تو زین مجلس شدن
  • Asaf da “İsm-i âzam kudretiyle ben, bir anda bu tahtı buraya getiririm” dedi.
  • گفت آصف من به اسم اعظمش ** حاضر آرم پیش تو در یک دمش
  • İfrit, sihirde üstattı ama o taht, Asaf’ın nefesiyle geldi. 905
  • گرچه عفریت اوستاد سحر بود ** لیک آن از نفخ آصف رو نمود
  • Belkıs’ın tahtı derhal Süleyman’ın huzurunda belirdi... Fakat Asaf’ın himmetiyle; ifritlerin hilesiyle değil!
  • حاضر آمد تخت بلقیس آن زمان ** لیک ز آصف نه از فن عفریتیان
  • Süleyman, Allah’a hamd olsun dedi... Bu nimeti de âlemlerin Rabi’nin lütfuyla gördüm, bunun gibi yüzlercesini de!
  • گفت حمدالله برین و صد چنین ** که بدیدستم ز رب العالمین
  • Sonra tahta baktı da dedi ki: Evet sen ahmakları aldatabilirsin ey ağaç!
  • پس نظر کرد آن سلیمان سوی تخت ** گفت آری گول‌گیری ای درخت
  • Nakşedilmiş, bezenmiş tahta ve taş önünde nice aptallar baş kor, secde eder!
  • پیش چوب و پیش سنگ نقش کند ** ای بسا گولان که سرها می‌نهند
  • Secde edenin de canından haberi yoktur, secde edilenin de... Ancak canından bir hareket ve azıcık bir eser görmüştür, işte o kadar! 910
  • ساجد و مسجود از جان بی‌خبر ** دیده از جان جنبشی واندک اثر
  • Şaşırıp kaldığı sıralarda taşın söz söylediğini, işarette bulunduğunu görmüşte büsbütün hayretlere dalmıştır!
  • دیده در وقتی که شد حیران و دنگ ** که سخن گفت و اشارت کرد سنگ
  • O kötü kişi, ibadet tavlasını yerinde oynamamıştır da bu yüzden taştan aslanı sahici aslan sanmıştır.
  • نرد خدمت چون بنا موضع بباخت ** شیر سنگین را شقی شیری شناخت
  • Hakiki aslan da, kereminden cömertlik etmiş, hemencecik köpeğin önüne bir kemik fırlatıp atmış...
  • از کرم شیر حقیقی کرد جود ** استخوانی سوی سگ انداخت زود
  • O köpek, doğru özlü değil ama bizim kemik verişimiz umumî bir lütûftur, demiştir!
  • گفت گرچه نیست آن سگ بر قوام ** لیک ما را استخوان لطفیست عام
  • Halime’nin Mustafa aleyhisselâm’ı sütten kesince kaybetmesi ve putlardan yardım istemesi, putların titreyip secdeye kapanmaları, Mustafa sallallahu aleyhi vesellem’in ululuğuna şahadet etmeleri
  • قصه‌ی یاری خواستن حلیمه از بتان چون عقیب فطام مصطفی را علیه‌السلام گم کرد و لرزیدن و سجده‌ی بتان و گواهی دادن ایشان بر عظمت کار مصطفی صلی‌الله علیه و سلم
  • Sana Halime’nin gizli hikâyesini söyleyeyim de gönlünden gam gitsin! 915
  • قصه‌ی راز حلیمه گویمت ** تا زداید داستان او غمت
  • Mustafa’yı sütten kesince fesleğen ve gül gibi elini alıp bağrına basarak...
  • مصطفی را چون ز شیر او باز کرد ** بر کفش برداشت چون ریحان و ورد
  • Her iyi ve kötüden kaçırıp esirgeyerek o padişahlar padişahını atasına teslim etmek üzere Mekke’ye geldi.
  • می‌گریزانیدش از هر نیک و بد ** تا سپارد آن شهنشه را به جد
  • O emaneti, zayi etmeden korkarak Kâbe’ye geldi, Hatîm’e girdi.
  • چون همی آورد امانت را ز بیم ** شد به کعبه و آمد او اندر حطیم
  • Fakat bu sırada havadan “Ey Hatîm, sana pek büyük bir güneş doğdu...
  • از هوا بشنید بانگی کای حطیم ** تافت بر تو آفتابی بس عظیم
  • Ey Hatîm, bugün sana cömertlik güneşinden yüz binlerce nur isabet ediverdi... 920
  • ای حطیم امروز آید بر تو زود ** صد هزاران نور از خورشید جود
  • Ey Hatîm, bugün sana, talih ve bahtın, ardında çavuş olduğu ulular ulusu bir padişah gelip kondu...
  • ای حطیم امروز آرد در تو رخت ** محتشم شاهی که پیک اوست بخت
  • Şüphe yok ki yeni baştan yücelikler âlemine mensup canların konağı olacaksın...
  • ای حطیم امروز بی‌شک از نوی ** منزل جانهای بالایی شوی
  • Tertemiz canlar her yandan bölük bölük, takım takım, şevklerinden sarhoş olarak sana gelecekler” diye ses geliyordu.
  • جان پاکان طلب طلب و جوق جوق ** آیدت از هر نواحی مست شوق
  • Halime bu sese şaşırıp kaldı... ne önde kimse vardı, ne artta!
  • گشت حیران آن حلیمه زان صدا ** نه کسی در پیش نه سوی قفا
  • Altı cihette de kimse yoktu... fakat bu canlar feda olası ses, ardı ardına gelip durmaktaydı. 925
  • شش جهت خالی ز صورت وین ندا ** شد پیاپی آن ندا را جان فدا
  • Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştırmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı.
  • مصطفی را بر زمین بنهاد او ** تا کند آن بانگ خوش را جست و جو
  • Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı.
  • چشم می‌انداخت آن دم سو به سو ** که کجا است این شه اسرارگو
  • Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... Fakat söyleyen kim? diyordu.
  • کین چنین بانگ بلند از چپ و راست ** می‌رسد یا رب رساننده کجاست
  • Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... Söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu.
  • چون ندید او خیره و نومید شد ** جسم لرزان هم‌چو شاخ بید شد
  • Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... Bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok! 930
  • باز آمد سوی آن طفل رشید ** مصطفی را بر مکان خود ندید