- Halime, o güzel ses nereden geliyor, kim söylüyor diye araştırmak üzere Mustafa’yı yere bıraktı.
- مصطفی را بر زمین بنهاد او ** تا کند آن بانگ خوش را جست و جو
- Her tarafa göz gezdirdi... o sırlar açan, gizli şeyler söyleyen padişah nerede diye her tarafa baktı.
- چشم میانداخت آن دم سو به سو ** که کجا است این شه اسرارگو
- Yarabbi, böyle yüce bir ses sağdan, soldan gelmede... Fakat söyleyen kim? diyordu.
- کین چنین بانگ بلند از چپ و راست ** میرسد یا رب رساننده کجاست
- Kimseyi göremeyince şaşırdı, ümidi kesildi, söyleyeni bulamayacağını anladı... Söğüt dalı gibi her tarafı tir tir titriyordu.
- چون ندید او خیره و نومید شد ** جسم لرزان همچو شاخ بید شد
- Tekrar o aklı başında olan çocuğu bıraktığı yere döndü... Bir de ne baksın, Mustafa, koyduğu yerde yok! 930
- باز آمد سوی آن طفل رشید ** مصطفی را بر مکان خود ندید
- Büsbütün şaşırdı... Konağı dertlerle karardı âdeta!
- حیرت اندر حیرت آمد بر دلش ** گشت بس تاریک از غم منزلش
- Şu yana, bu yana koşup bağırmaya, bir tanecik incimi kim aldı benim diye feryat etmeye başladı.
- سوی منزلها دوید و بانگ داشت ** که کی بر دردانهام غارت گماشت
- Mekkeliler biz bilmiyoruz... Hatta orada bir çocuk olduğunu bile görmedik dediler.
- مکیان گفتند ما را علم نیست ** ما ندانستیم که آنجا کودکیست
- Halime öyle bir feryat edip ağlamaya başladı ki onun ağlamasını görüp başkaları da ağladılar!
- ریخت چندان اشک و کرد او بس فغان ** که ازو گریان شدند آن دیگران
- Göğsünü döverek öyle yanık yanık ağlıyordu ki ağlamasına bakıp yıldızlar bile ağlamaya koyuldular! 935
- سینه کوبان آن چنان بگریست خوش ** که اختران گریان شدند از گریهاش
- Halime’yi, yardım istemek üzere putlara götüren ihtiyar Arap
- حکایت آن پیر عرب کی دلالت کرد حلیمه را به استعانت به بتان
- Bu sırada ihtiyar bir adam, elindeki sopasını kaka kaka çıkageldi. Dedi ki: “A Halime, başına ne geldi senin?
- پیرمردی پیشش آمد با عصا ** کای حلیمه چه فتاد آخر ترا
- Neden böyle ağlıyor, yasla ciğerler dağlıyorsun?”
- که چنین آتش ز دل افروختی ** این جگرها را ز ماتم سوختی
- Halime “Ben Ahmed’in inanılır, güvenilir sütninesiyim... Onu atasına teslim etmek üzere getirdim.
- گفت احمد را رضیعم معتمد ** پس بیاوردم که بسپارم به جد
- Fakat Hatîme gelince kulağıma havadan sesler gelmeye başladı.
- چون رسیدم در حطیم آوازها ** میرسید و میشنیدم از هوا
- Gökten gelen o sesleri duyunca çocuğu oraya bıraktım... 940
- من چو آن الحان شنیدم از هوا ** طفل را بنهادم آنجا زان صدا
- Bu sözleri kim söylüyor, göreyim dedim... Çünkü pek lâtif, pek güzel bir sesti o.
- تا ببینم این ندا آواز کیست ** که ندایی بس لطیف و بس شهیست
- Ne etrafımda kimseyi gördüm, ne de bir an o ses kesildi.
- نه از کسی دیدم بگرد خود نشان ** نه ندا می منقطع شد یک زمان
- Şaşırıp kaldım, şaşkınlıkla şuraya buraya giderken bir de baktım ki çocuk, koyduğum yerde yok... Eyvahlar olsun, yazık oldu bana!”
- چونک واگشتم ز حیرتهای دل ** طفل را آنجا ندیدم وای دل
- İhtiyar, “Meraklanma, kederlenme... Ben sana bir padişah göstereyim.
- گفتش ای فرزند تو انده مدار ** که نمایم مر ترا یک شهریار
- O sana çocuğun ne olduğunu, nereye gittiğini, nerede bulunduğunu söyler” dedi. 945
- که بگوید گر بخواهد حال طفل ** او بداند منزل و ترحال طفل
- Halime, canım feda olsun sana ey güzel yüzlü, tatlı sözlü ihtiyar!
- پس حلیمه گفت ای جانم فدا ** مر ترا ای شیخ خوب خوشندا
- Hadi, hemen bana o yüce bakışlı padişahı göster de çocuğun halinden haber alayım, dedi.
- هین مرا بنمای آن شاه نظر ** کش بود از حال طفل من خبر
- İhtiyar, Halime’yi Uzza’nın yanına götürdü... Dedi ki: “Bu put, kayıpları haber vermede tecrübe edilmiştir.
- برد او را پیش عزی کین صنم ** هست در اخبار غیبی مغتنم
- Biz, ona tapı kılarak vardık mı binlerce kaybımızı bulmuştur.”
- ما هزاران گم شده زو یافتیم ** چون به خدمت سوی او بشتافتیم
- İhtiyar, puta secde edip derhal “Ey Arabın velinimeti, ey cömertlik denizi! 950
- پیر کرد او را سجود و گفت زود ** ای خداوند عرب ای بحر جود
- Ey uzza! Sen bize nice lütuflarda bulundun da biz tuzaklardan kurtulduk.
- گفت ای عزی تو بس اکرامها ** کردهای تا رستهایم از دامها
- Lütufların yüzünden Arap’ta hakkın var... Arab’ın sana ram olması farz olmuştur.
- بر عرب حقست از اکرام تو ** فرض گشته تا عرب شد رام تو
- Sad kabilesinden olan Halime, derdine derman olacağını umarak senin gölgene gelip sığındı.
- این حلیمهی سعدی از اومید تو ** آمد اندر ظل شاخ بید تو
- Onun bir küçük çocuğu kaybolmuş... Adı Muhammed’miş!” dedi.
- که ازو فرزند طفلی گم شدست ** نام آن کودک محمد آمدست
- Arap, Muhammed der demez derhal bütün putlar yere kapandılar, secde ettiler. 955
- چون محمد گفت آن جمله بتان ** سرنگون گشت و ساجد آن زمان
- “A ihtiyar, Muhammed’i ne çeşit arayış bu? Biz onun yüzünden işten kalacak, hor hakir olacağız!
- که برو ای پیر این چه جست و جوست ** آن محمد را که عزل ما ازوست
- Biz onun yüzünden yüz üstü düşeceğiz, taşlanacağız... Onun yüzünden kârımıza kesat gelecek, ayarımız mahvolacak!
- ما نگون و سنگسار آییم ازو ** ما کساد و بیعیار آییم ازو
- Fetret zamanında hevâ ve heves ehlinin arada bir bizden gördükleri o hayaller,
- آن خیالاتی که دیدندی ز ما ** وقت فترت گاه گاه اهل هوا
- Onun devri gelince yok olacak... Su görününce teyemmümün hükmü kalmayacak!
- گم شود چون بارگاه او رسید ** آب آمد مر تیمم را درید
- A ihtiyar, uzaklaş bizden sınama ateşini alevlendirme; Ahmed’in kıskançlığıyla bizi yakma! 960
- دور شو ای پیر فتنه کم فروز ** هین ز رشک احمدی ما را مسوز
- Allah aşkına uzaklaş ey ihtiyar... Uzaklaş da takdir ateşi, seni de bizimle beraber yakmasın!
- دور شو بهر خدا ای پیر تو ** تا نسوزی ز آتش تقدیر تو
- Biliyor musun ki bu, âdeta ejderhanın kuyruğunu sıkmaktır... hiç biliyor musun, bu ne çeşit haber getiriştir?
- این چه دم اژدها افشردنست ** هیچ دانی چه خبر آوردنست
- Bu haberden denizin de yüreği coşar, madenin de... Bu haberden yedi kat gök bile tir tir titrer!” dediler.
- زین خبر جوشد دل دریا و کان ** زین خبر لرزان شود هفت آسمان
- O güngörmüş, yaş yaşamış ihtiyar, taşlardan bu sözleri duyunca sopasını yere attı.
- چون شنید از سنگها پیر این سخن ** پس عصا انداخت آن پیر کهن
- Titremeye başladı... o seslerden korkmuştu; dişleri takır takır birbirine vuruyordu. 965
- پس ز لرزه و خوف و بیم آن ندا ** پیر دندانها به هم بر میزدی
- Kışın çıplak adamın titremesi gibi titremekte “Eyvahlar olsun, helâk olduk” demekteydi.
- آنچنان که اندر زمستان مرد عور ** او همی لرزید و میگفت ای ثبور
- Halime ihtiyarın bu halini görünce büsbütün şaşırdı, ne yapacağını unuttu.
- چون در آن حالت بدید او پیر را ** زان عجب گم کرد زن تدبیر را
- Dedi ki: “A ihtiyar, ben de mihnetteyim ama şimdi temelli şaşırdım kaldım!
- گفت پیر اگر چه من در محنتم ** حیرت اندر حیرت اندر حیرتم
- An olur rüzgâr bana hatiplik eder, zaman gelir taşlar edep öğretir!
- ساعتی بادم خطیبی میکند ** ساعتی سنگم ادیبی میکند
- Rüzgâr, bana söz söyler... Taş ve dağ, eşyanın hakikatini anlatır! 970
- باد با حرفم سخنها میدهد ** سنگ و کوهم فهم اشیا میدهد
- Gâh olur gayb erleri, gökyüzünün yeşil kanatlı melekleri çocuğumu kaparlar!
- گاه طفلم را ربوده غیبیان ** غیبیان سبز پر آسمان
- Kime ağlayıp sızlanayım... Kime şikâyet edeyim? Yüzlerce gönülle sevdalara kapılanlara döndüm şimdi.
- از کی نالم با کی گویم این گله ** من شدم سودایی اکنون صد دله
- O çocuğun gayreti, gayb sırlarını söyletmiyor, ağzımı yumuyor benim... Şu kadar söyleyeyim: Çocuğum kayboldu!
- غیرتش از شرح غیبم لب ببست ** این قدر گویم که طفلم گم شدست
- Fakat şimdi başka bir şey söylesem halk, beni delirdi sanır, zincirlere vurur!”
- گر بگویم چیز دیگر من کنون ** خلق بندندم به زنجیر جنون
- İhtiyar dedi ki: “Halime, şad ol... Şükür secdesine kapan, yüzünü pek yırtma. 975
- گفت پیرش کای حلیمه شاد باش ** سجدهی شکر آر و رو را کم خراش