- Beden azığı, derhal canın azıksız kalmasıyla neticelenir. Bunu azaltmak onu çoğaltmak gerek. 145
- برگ تن بیبرگی جانست زود ** این بباید کاستن آن را فزود
- “Allah’ya borç verin.” Sen de bu ten ağzından borç ver de karşılığında gönlünde yeşillikler bitsin.
- اقرضوا الله قرض ده زین برگ تن ** تا بروید در عوض در دل چمن
- Borç ver de bu ten lokmasını azalt, bu suretle de “Gözlerin görmediği” yüz görünsün.
- قرض ده کم کن ازین لقمهی تنت ** تا نماید وجه لا عین رات
- Ten kendisini pislikten arıtırsa ululuk misk ve incileriyle dolar.
- تن ز سرگین خویش چون خالی کند ** پر ز مشک و در اجلالی کند
- Böyle adam şu pislikten kurtulur, temizliğe ulaşır, bedeni, “Allah sizi, kirlerden temizlemeyi diler” sırrına ulaşır.
- زین پلیدی بدهد و پاکی برد ** از یطهرکم تن او بر خورد
- Fakat Şeytan, “Sakın sakın bundan pişman olur hüzne düşersin. 150
- دیو میترساندت که هین و هین ** زین پشیمان گردی و گردی حزین
- Bedeninden bu hevesleri giderir, bunları eritirsen çok pişman olur derde düşersin.
- گر گدازی زین هوسها تو بدن ** بس پشیمان و غمین خواهی شدن
- Şunu ye hararet verir, mizaca devadır; şunu da faydalanmak için iç, ilaçtır.
- این بخور گرمست و داروی مزاج ** وآن بیاشام از پی نفع و علاج
- Hem de şu niyete düş. Bu beden binektir, neye alıştıysa vermek, daha doğru bir iştir.
- هم بدین نیت که این تن مرکبست ** آنچ خو کردست آنش اصوبست
- Sakın açlığa alışma; sıhhatin bozulur, beyninde, kalbinde yüzlerce illet meydana gelir” der.
- هین مگردان خو که پیش آید خلل ** در دماغ و دل بزاید صد علل
- O alçak Şeytan, bu çeşit tehditlerle gelir, halka yüzlerce afsun okur. 155
- این چنین تهدیدها آن دیو دون ** آرد و بر خلق خواند صد فسون
- Kendisini tedavi eden Calinos gösterir. Bunu da senin hasta gönlünü aldatmak için yapar.
- خویش جالینوس سازد در دوا ** تا فریبد نفس بیمار ترا
- “Bu sana dertten, gamdan kurtulmak için bir ilaçtır” der. Adem’e de buğday için böyle demişti ya!
- کین ترا سودست از درد و غمی ** گفت آدم را همین در گندمی
- Heyheylerle, heyhatlarla gelir, dudaklarını, azgın atın, nallanırken kıstırdıkları iki, tahta parçası ile kıstırır.
- پیش آرد هیهی و هیهات را ** وز لویشه پیچد او لبهات را
- Aşağılık taş lal göstermek için at nallanırken dudaklarını kıstırdıkları gibi senin dudaklarını da kıstırıp,
- همچو لبهای فرس و در وقت نعل ** تا نماید سنگ کمتر را چو لعل
- Atın kulağından tutar gibi kulaklarını tutup seni hırs ve kazanca çeker. 160
- گوشهاات گیرد او چون گوش اسب ** میکشاند سوی حرص و سوی کسب
- Şüphe etme ki ayağına nalı vurur, sende onun derdi ile yoldan kala kalırsın.
- بر زند بر پات نعلی ز اشتباه ** که بمانی تو ز درد آن ز راه
- Onun nalı seni iki iş arasında tereddüde düşürmektir. Bunu mu yapayım dersin, onu mu? Aklını başına alda kendine gel.
- نعل او هست آن تردد در دو کار ** این کنم یا آن کنم هین هوش دار
- Peygamber’in seçtiği işi yap, deliyle çocuğun yaptığını yapma.
- آن بکن که هست مختار نبی ** آن مکن که کرد مجنون و صبی
- “Cennet çevrilmiştir.” Neyle çevrilmiştir? “İnsanın istemediği, hoşlanmadığı şeylerle.” Çünkü, ekin bunlarla çoğalır, gelişir.
- حفت الجنه بچه محفوف گشت ** بالمکاره که ازو افزود کشت
- Şeytan’ın hileyle, zeyreklikle yüzlerce afsunu vardır. Ejderha bile olsa adamı sepete kor. 165
- صد فسون دارد ز حیلت وز دغا ** که کند در سله گر هست اژدها
- İnsan akar su olsa bağlar, zamanın en akıllı, en bilgin adamı olsa onu yanıltır, güler.
- گر بود آب روان بر بنددش ** ور بود حبر زمان برخنددش
- Aklı bir dostun aklına dost et de “Onların işi danışmakladır” ayetini oku ona göre iş yap!
- عقل را با عقل یاری یار کن ** امرهم شوری بخوان و کار کن
- Mustafa aleyhisselam’ın, O utangaçlık ve nedametle ağlayıp inliyen, ümitsizlik ateşiyle yanıp kavrulan konuk arabı yatıştırıp ona iltifatta bulunması
- نواختن مصطفی علیهالسلام آن عرب مهمان را و تسکین دادن او را از اضطراب و گریه و نوحه کی بر خود میکرد در خجالت و ندامت و آتش نومیدی
- Bu sözün sonu yoktur. Arap o padişahın lütfuna şaşırıp kaldı.
- این سخن پایان ندارد آن عرب ** ماند از الطاف آن شه در عجب
- Deli oluyordu aklı kaçayazdı. Mustafa’nın akıl eli onu geri çekti.
- خواست دیوانه شدن عقلش رمید ** دست عقل مصطفی بازش کشید
- Bu yana gel dedi, bir kişi ağır bir uykudan nasıl uyanırsa uyandı. O tarafa geldi. 170
- گفت این سو آ بیامد آنچنان ** که کسی برخیزد از خواب گران
- Mustafa bu yana gel, bu işi yapma, kendine gel. Bu yanda sana bir çok işler var dedi.
- گفت این سو آ مکن هین با خود آ ** که ازین سو هست با تو کارها
- Yüzüne su serpti, ey Allah şehidi, dedi, dile gel şahadet getir.
- آب بر رو زد در آمد در سخن ** کای شهید حق شهادت عرضه کن
- Ben de şehit olayım da dışarı çıkayım. O uçsuz bucaksız çölde bulundukça canımdan beziyorum.
- تا گواهی بدهم و بیرون شوم ** سیرم از هستی در آن هامون شوم
- Biz takdir kadısının şu dehlizinde Bela ve Elest davalarını görmek için duruyoruz.
- ما درین دهلیز قاضی قضا ** بهر دعوی الستیم و بلی
- Biz bela dedik sınama yönünden işimiz ve sözümüz, bunu görmek, bunu bildirmekten ibarettir. 175
- که بلی گفتیم و آن را ز امتحان ** فعل و قول ما شهودست و بیان
- Neden kadı’nın dehlizinde durmaktayız? Biz şahit olmak için gelmedik mi?
- از چه در دهلیز قاضی ای گواه ** حبس باشی ده شهادت از پگاه
- Ey şahit niceye bir kadı’nın dehlizinde hapis olacaksın? O şahadeti ver de kurtul!
- چند در دهلیز قاضی ای گواه ** حبس باشی ده شهادت از بگاه
- Seni buraya şunun için çağırdılar ki inat etmiyesin, o şahadette bulunasın.
- زان بخواندندت بدینجا تا که تو ** آن گواهی بدهی و ناری عتو
- Halbuki sen, inadından şu daracık yerde oturmuş, elini bağlamış, dudağını yummuşsun.
- از لجاج خویشتن بنشستهای ** اندرین تنگی کف و لب بستهای
- Ey tanık, sen bu şahadette bulunmadıkça şu dehlizden nasıl kurtulabilirsin? 180
- تا بندهی آن گواهی ای شهید ** تو ازین دهلیز کی خواهی رهید
- İş bir anda biter, yap, bitir. Kısa işi kendine uzatma.
- یک زمان کارست بگزار و بتاز ** کار کوته را مکن بر خود دراز
- İster yüzyılda ister bir anda olsun; şu emaneti ver de kurtul!
- خواه در صد سال خواهی یک زمان ** این امانت واگزار و وا رهان
- Dışta olan namaz, oruç ve sair ibadetler, içteki nura tanıktır.
- بیان آنک نماز و روزه و همه چیزهای برونی گواهیهاست بر نور اندرونی
- Bu namaz, oruç ve savaş da inanışa tanıktır.
- این نماز و روزه و حج و جهاد ** هم گواهی دادنست از اعتقاد
- Bu zekat, hediye, bu hasedi bırakma da kendi sırrından haber vermedir.
- این زکات و هدیه و ترک حسد ** هم گواهی دادنست از سر خود
- İhsanda bulunmak doyurmak, konuk davet etmek, ey ulular, biz sizinleyiz, size doğru bir özle inandık demektir. 185
- خوان و مهمانی پی اظهار راست ** کای مهان ما با شما گشتیم راست
- Hediyeler armağanlar, sunulan şeyler, ben seninleyim; seni seviyorum diye tanıklıktan ibarettir.
- هدیهها و ارمغان و پیشکش ** شد گواه آنک هستم با تو خوش
- Kimi bir mal veya afsun için çalışır, uğraşırsa bu ne demektir? İçimde bir gevherim var demektir;
- هر کسی کوشد به مالی یا فسون ** چیست دارم گوهری در اندرون
- Allah’dan çekinmemden, yahut cömertliğimden bir gevherim var ki bu zekatla oruç ikisine de şahittir.
- گوهری دارم ز تقوی یا سخا ** این زکات و روزه در هر دو گوا
- Oruç der ki: Bu helalden çekindi, bil ki harama ulaşmasına artık imkan yok.
- روزه گوید کرد تقوی از حلال ** در حرامش دان که نبود اتصال
- Zekat der ki: Kendi malını bile veriyor, artık, kendisiyle aynı dinde aynı yolda olandan nasıl çalar? 190
- وان زکاتش گفت کو از مال خویش ** میدهد پس چون بدزدد ز اهل کیش
- Fakat bu işleri riya ve tezvirle yaparsa o iki tanık, Allah’nın adalet mahkemesine kabul edilmez.
- گر بطراری کند پس دو گواه ** جرح شد در محکمهی عدل اله
- Avcı tane saçar ama acımasından değil, avlanmak için.
- هست صیاد ار کند دانه نثار ** نه ز رحم و جود بل بهر شکار
- Kedi de oruç ayında oruç tutar ama kendisini av avlamak için uyur gösterir.
- هست گربهی روزهدار اندر صیام ** خفته کرده خویش بهر صید خام
- Bu eğrilikten yüzlerce kavim, kötü sanılmıştır. Bu kötü kişi, cömert kişilerle oruç tutanların adını da kötüye çıkarmıştır.
- کرده بدظن زین کژی صد قوم را ** کرده بدنام اهل جود و صوم را