English    Türkçe    فارسی   

5
145-194

  • Beden azığı, derhal canın azıksız kalmasıyla neticelenir. Bunu azaltmak onu çoğaltmak gerek. 145
  • برگ تن بی‌برگی جانست زود  ** این بباید کاستن آن را فزود 
  • “Allah’ya borç verin.” Sen de bu ten ağzından borç ver de karşılığında gönlünde yeşillikler bitsin.
  • اقرضوا الله قرض ده زین برگ تن  ** تا بروید در عوض در دل چمن 
  • Borç ver de bu ten lokmasını azalt, bu suretle de “Gözlerin görmediği” yüz görünsün.
  • قرض ده کم کن ازین لقمه‌ی تنت  ** تا نماید وجه لا عین رات 
  • Ten kendisini pislikten arıtırsa ululuk misk ve incileriyle dolar.
  • تن ز سرگین خویش چون خالی کند  ** پر ز مشک و در اجلالی کند 
  • Böyle adam şu pislikten kurtulur, temizliğe ulaşır, bedeni, “Allah sizi, kirlerden temizlemeyi diler” sırrına ulaşır.
  • زین پلیدی بدهد و پاکی برد  ** از یطهرکم تن او بر خورد 
  • Fakat Şeytan, “Sakın sakın bundan pişman olur hüzne düşersin. 150
  • دیو می‌ترساندت که هین و هین  ** زین پشیمان گردی و گردی حزین 
  • Bedeninden bu hevesleri giderir, bunları eritirsen çok pişman olur derde düşersin.
  • گر گدازی زین هوسها تو بدن  ** بس پشیمان و غمین خواهی شدن 
  • Şunu ye hararet verir, mizaca devadır; şunu da faydalanmak için iç, ilaçtır.
  • این بخور گرمست و داروی مزاج  ** وآن بیاشام از پی نفع و علاج 
  • Hem de şu niyete düş. Bu beden binektir, neye alıştıysa vermek, daha doğru bir iştir.
  • هم بدین نیت که این تن مرکبست  ** آنچ خو کردست آنش اصوبست 
  • Sakın açlığa alışma; sıhhatin bozulur, beyninde, kalbinde yüzlerce illet meydana gelir” der.
  • هین مگردان خو که پیش آید خلل  ** در دماغ و دل بزاید صد علل 
  • O alçak Şeytan, bu çeşit tehditlerle gelir, halka yüzlerce afsun okur. 155
  • این چنین تهدیدها آن دیو دون  ** آرد و بر خلق خواند صد فسون 
  • Kendisini tedavi eden Calinos gösterir. Bunu da senin hasta gönlünü aldatmak için yapar.
  • خویش جالینوس سازد در دوا  ** تا فریبد نفس بیمار ترا 
  • “Bu sana dertten, gamdan kurtulmak için bir ilaçtır” der. Adem’e de buğday için böyle demişti ya!
  • کین ترا سودست از درد و غمی  ** گفت آدم را همین در گندمی 
  • Heyheylerle, heyhatlarla gelir, dudaklarını, azgın atın, nallanırken kıstırdıkları iki, tahta parçası ile kıstırır.
  • پیش آرد هیهی و هیهات را  ** وز لویشه پیچد او لبهات را 
  • Aşağılık taş lal göstermek için at nallanırken dudaklarını kıstırdıkları gibi senin dudaklarını da kıstırıp,
  • هم‌چو لبهای فرس و در وقت نعل  ** تا نماید سنگ کمتر را چو لعل 
  • Atın kulağından tutar gibi kulaklarını tutup seni hırs ve kazanca çeker. 160
  • گوشهاات گیرد او چون گوش اسب  ** می‌کشاند سوی حرص و سوی کسب 
  • Şüphe etme ki ayağına nalı vurur, sende onun derdi ile yoldan kala kalırsın.
  • بر زند بر پات نعلی ز اشتباه  ** که بمانی تو ز درد آن ز راه 
  • Onun nalı seni iki iş arasında tereddüde düşürmektir. Bunu mu yapayım dersin, onu mu? Aklını başına alda kendine gel.
  • نعل او هست آن تردد در دو کار  ** این کنم یا آن کنم هین هوش دار 
  • Peygamber’in seçtiği işi yap, deliyle çocuğun yaptığını yapma.
  • آن بکن که هست مختار نبی  ** آن مکن که کرد مجنون و صبی 
  • “Cennet çevrilmiştir.” Neyle çevrilmiştir? “İnsanın istemediği, hoşlanmadığı şeylerle.” Çünkü, ekin bunlarla çoğalır, gelişir.
  • حفت الجنه بچه محفوف گشت  ** بالمکاره که ازو افزود کشت 
  • Şeytan’ın hileyle, zeyreklikle yüzlerce afsunu vardır. Ejderha bile olsa adamı sepete kor. 165
  • صد فسون دارد ز حیلت وز دغا  ** که کند در سله گر هست اژدها 
  • İnsan akar su olsa bağlar, zamanın en akıllı, en bilgin adamı olsa onu yanıltır, güler.
  • گر بود آب روان بر بنددش  ** ور بود حبر زمان برخنددش 
  • Aklı bir dostun aklına dost et de “Onların işi danışmakladır” ayetini oku ona göre iş yap!
  • عقل را با عقل یاری یار کن  ** امرهم شوری بخوان و کار کن 
  • Mustafa aleyhisselam’ın, O utangaçlık ve nedametle ağlayıp inliyen, ümitsizlik ateşiyle yanıp kavrulan konuk arabı yatıştırıp ona iltifatta bulunması
  • نواختن مصطفی علیه‌السلام آن عرب مهمان را و تسکین دادن او را از اضطراب و گریه و نوحه کی بر خود می‌کرد در خجالت و ندامت و آتش نومیدی 
  • Bu sözün sonu yoktur. Arap o padişahın lütfuna şaşırıp kaldı.
  • این سخن پایان ندارد آن عرب  ** ماند از الطاف آن شه در عجب 
  • Deli oluyordu aklı kaçayazdı. Mustafa’nın akıl eli onu geri çekti.
  • خواست دیوانه شدن عقلش رمید  ** دست عقل مصطفی بازش کشید 
  • Bu yana gel dedi, bir kişi ağır bir uykudan nasıl uyanırsa uyandı. O tarafa geldi. 170
  • گفت این سو آ بیامد آنچنان  ** که کسی برخیزد از خواب گران 
  • Mustafa bu yana gel, bu işi yapma, kendine gel. Bu yanda sana bir çok işler var dedi.
  • گفت این سو آ مکن هین با خود آ  ** که ازین سو هست با تو کارها 
  • Yüzüne su serpti, ey Allah şehidi, dedi, dile gel şahadet getir.
  • آب بر رو زد در آمد در سخن  ** کای شهید حق شهادت عرضه کن 
  • Ben de şehit olayım da dışarı çıkayım. O uçsuz bucaksız çölde bulundukça canımdan beziyorum.
  • تا گواهی بدهم و بیرون شوم  ** سیرم از هستی در آن هامون شوم 
  • Biz takdir kadısının şu dehlizinde Bela ve Elest davalarını görmek için duruyoruz.
  • ما درین دهلیز قاضی قضا  ** بهر دعوی الستیم و بلی 
  • Biz bela dedik sınama yönünden işimiz ve sözümüz, bunu görmek, bunu bildirmekten ibarettir. 175
  • که بلی گفتیم و آن را ز امتحان  ** فعل و قول ما شهودست و بیان 
  • Neden kadı’nın dehlizinde durmaktayız? Biz şahit olmak için gelmedik mi?
  • از چه در دهلیز قاضی ای گواه  ** حبس باشی ده شهادت از پگاه 
  • Ey şahit niceye bir kadı’nın dehlizinde hapis olacaksın? O şahadeti ver de kurtul!
  • چند در دهلیز قاضی ای گواه‌  ** حبس باشی ده شهادت از بگاه
  • Seni buraya şunun için çağırdılar ki inat etmiyesin, o şahadette bulunasın.
  • زان بخواندندت بدین‌جا تا که تو  ** آن گواهی بدهی و ناری عتو 
  • Halbuki sen, inadından şu daracık yerde oturmuş, elini bağlamış, dudağını yummuşsun.
  • از لجاج خویشتن بنشسته‌ای  ** اندرین تنگی کف و لب بسته‌ای 
  • Ey tanık, sen bu şahadette bulunmadıkça şu dehlizden nasıl kurtulabilirsin? 180
  • تا بندهی آن گواهی ای شهید  ** تو ازین دهلیز کی خواهی رهید 
  • İş bir anda biter, yap, bitir. Kısa işi kendine uzatma.
  • یک زمان کارست بگزار و بتاز  ** کار کوته را مکن بر خود دراز 
  • İster yüzyılda ister bir anda olsun; şu emaneti ver de kurtul!
  • خواه در صد سال خواهی یک زمان  ** این امانت واگزار و وا رهان 
  • Dışta olan namaz, oruç ve sair ibadetler, içteki nura tanıktır.
  • بیان آنک نماز و روزه و همه چیزهای برونی گواهیهاست بر نور اندرونی 
  • Bu namaz, oruç ve savaş da inanışa tanıktır.
  • این نماز و روزه و حج و جهاد  ** هم گواهی دادنست از اعتقاد 
  • Bu zekat, hediye, bu hasedi bırakma da kendi sırrından haber vermedir.
  • این زکات و هدیه و ترک حسد  ** هم گواهی دادنست از سر خود 
  • İhsanda bulunmak doyurmak, konuk davet etmek, ey ulular, biz sizinleyiz, size doğru bir özle inandık demektir. 185
  • خوان و مهمانی پی اظهار راست  ** کای مهان ما با شما گشتیم راست 
  • Hediyeler armağanlar, sunulan şeyler, ben seninleyim; seni seviyorum diye tanıklıktan ibarettir.
  • هدیه‌ها و ارمغان و پیش‌کش  ** شد گواه آنک هستم با تو خوش 
  • Kimi bir mal veya afsun için çalışır, uğraşırsa bu ne demektir? İçimde bir gevherim var demektir;
  • هر کسی کوشد به مالی یا فسون  ** چیست دارم گوهری در اندرون 
  • Allah’dan çekinmemden, yahut cömertliğimden bir gevherim var ki bu zekatla oruç ikisine de şahittir.
  • گوهری دارم ز تقوی یا سخا  ** این زکات و روزه در هر دو گوا 
  • Oruç der ki: Bu helalden çekindi, bil ki harama ulaşmasına artık imkan yok.
  • روزه گوید کرد تقوی از حلال  ** در حرامش دان که نبود اتصال 
  • Zekat der ki: Kendi malını bile veriyor, artık, kendisiyle aynı dinde aynı yolda olandan nasıl çalar? 190
  • وان زکاتش گفت کو از مال خویش  ** می‌دهد پس چون بدزدد ز اهل کیش 
  • Fakat bu işleri riya ve tezvirle yaparsa o iki tanık, Allah’nın adalet mahkemesine kabul edilmez.
  • گر بطراری کند پس دو گواه  ** جرح شد در محکمه‌ی عدل اله 
  • Avcı tane saçar ama acımasından değil, avlanmak için.
  • هست صیاد ار کند دانه نثار  ** نه ز رحم و جود بل بهر شکار 
  • Kedi de oruç ayında oruç tutar ama kendisini av avlamak için uyur gösterir.
  • هست گربه‌ی روزه‌دار اندر صیام  ** خفته کرده خویش بهر صید خام 
  • Bu eğrilikten yüzlerce kavim, kötü sanılmıştır. Bu kötü kişi, cömert kişilerle oruç tutanların adını da kötüye çıkarmıştır.
  • کرده بدظن زین کژی صد قوم را  ** کرده بدنام اهل جود و صوم را