English    Türkçe    فارسی   

5
1519-1568

  • O dost, ya padişahtır, yüce bir sultandır, yahut da padişahın makbulü olan yanında şefaati kabul edilen bir kuldur.
  • آن مگر سلطان بود شاه رفیع  ** یا بود مقبول سلطان و شفیع 
  • Düzenbaz, hileci, riyakar dosttan kurtuldun, ölmeden önce onun düzenini riyasını gördün. 1520
  • رستی از قلاب و سالوس و دغل  ** غر او دیدی عیان پیش از اجل 
  • Eğer alemde halkın sana su cefasını bilsen bu, sence gizli bir altın hazinesi sayılır.
  • این جفای خلق با تو در جهان  ** گر بدانی گنج زر آمد نهان 
  • Halkı, sana karsı kötü huylu eder de sonunda çaresiz kalırsın, hepsinden yüz çevirirsin.
  • خلق را با تو چنین بدخو کنند  ** تا ترا ناچار رو آن سو کنند 
  • Şunu iyice bil ki nihayet hepsi de düşman olacak, baş kesici hasım kesilecektir.
  • این یقین دان که در آخر جمله‌شان  ** خصم گردند و عدو و سرکشان 
  • Sen de mezarda tek Tanrı’dan “Yarabbi, beni tek bırakma” diye feryat edeceksin.
  • تو بمانی با فغان اندر لحد  ** لا تذرنی فرد خواهان از احد 
  • Ey cefası vefalıların ahdından güzel olan dost, vefalıların bal gibi vefaları da sendendir. 1525
  • ای جفاات به ز عهد وافیان  ** هم ز داد تست شهد وافیان 
  • Ey ambar sahibi, sözü aklından duy da buğdayını Tanrı yerine saç!
  • بشنو از عقل خود ای انباردار  ** گندم خود را به ارض الله سپار 
  • Saç da hırsızdan da emin olsun, buğday bitinden de. Şeytanı, Şeytanın oğlu ile beraber çabuk öldür.
  • تا شود آمن ز دزد و از شپش  ** دیو را با دیوچه زوتر بکش 
  • Çünkü o, seni yoksullukla korkutup durmadadır. Ey erkek çakır kuşu, ceylan avlar gibi avla onu.
  • کو همی ترساندت هم دم ز فقر  ** هم‌چو کبکش صید کن ای نره صقر 
  • Padişahın, muradına erişmiş yüce doğanı, ceylana avlanırsa ayıptır.
  • باز سلطان عزیزی کامیار  ** ننگ باشد که کند کبکش شکار 
  • Adam bu çeşit bir hayli öğüt tohumları ekti ama oğullarının yeri çoraktı bir fayda vermedi. 1530
  • بس وصیت کرد و تخم وعظ کاشت  ** چون زمین‌شان شوره بد سودی نداشت 
  • Öğütçü, yüzlerce çalışıp çabalasa öğüdü duymak ve kabullenmek için dinleyende kabul edici kulak gerek.
  • گرچه ناصح را بود صد داعیه  ** پند را اذنی بباید واعیه 
  • Sen yüzlerce lütuflarda bulunarak ona öğüt verirsin ama bu öğütün, onun kulağına bile girmez.
  • تو به صد تلطیف پندش می‌دهی  ** او ز پندت می‌کند پهلو تهی 
  • Duymayan inatçı bir adam, yüzlerce söyleyeni aciz bırakır.
  • یک کس نامستمع ز استیز و رد  ** صد کس گوینده را عاجز کند 
  • Peygamberlerden daha Öğütçü, daha güzel sözlü kim vardır? Nefesleri tasa bile tesir eder.
  • ز انبیا ناصح‌تر و خوش لهجه‌تر  ** کی بود کی گرفت دمشان در حجر 
  • Fakat dağ taş bile onların sözlerini duydu, sözleri dağa, tasa bile tesir etti de bahtı kötü kişinin bahtı açılmadı gitti. 1535
  • زانچ کوه و سنگ درکار آمدند  ** می‌نشد بدبخت را بگشاده بند 
  • Bizlik benlik kaydına düşen gönüller, onların sözlerine karşı taştan da katı bir hal alırlar.
  • آنچنان دلها که بدشان ما و من  ** نعتشان شدت بل اشد قسوة 
  • Tanrı vergisiyle Tanrı kudreti, halk vergisinde olduğu gibi kabiliyete muhtaç değildir. Çünkü vergi önsüzdür, kabiliyet sonradan meydana gelme. Vermek, Tanrı sıfatıdır, kabiliyet yaratılmışın sıfatı. Evveli olmayan, sonradan meydana gelen şeye bağlı değildir. Bağlı olduğu farz edilirse sonradan meydana gelmenin imkansız olması lazım gelir.
  • بیان آنک عطای حق و قدرت موقوف قابلیت نیست هم‌چون داد خلقان کی آن را قابلیت باید زیرا عطا قدیم است و قابلیت حادث عطا صفت حق است و قابلیت صفت مخلوق و قدیم موقوف حادث نباشد و اگر نه حدوث محال باشد 
  • Bu gönlün ıslah olmasına çare, insanı halden hale döndüren Tanrının ihsan ve lütfudur. Onun vergisine de kabiliyet şart değildir.
  • چاره‌ی آن دل عطای مبدلیست  ** داد او را قابلیت شرط نیست 
  • Belki kabiliyete sahip oluşa şart, onun lütuf ve ihsanda bulunmasıdır. Tanrı vergisi içtir, kabiliyet, deri.
  • بلک شرط قابلیت داد اوست  ** داد لب و قابلیت هست پوست 
  • Şunu görsene: Musa’nın sopası ejderha olmada, avucu güneş gibi parlamada.
  • اینک موسی را عصا ثعبان شود  ** هم‌چو خورشیدی کفش رخشان شود 
  • Peygamberlerin aklımıza fikrimize sığmayan yüz binlerce mucizeleri, 1540
  • صد هزاران معجزات انبیا  ** که آن نگنجد در ضمیر و عقل ما 
  • Sebeplerden olmamıştır, Tanrı yaratması ile olmuştur. Yoklara kabiliyet nereden geliyor?
  • نیست از اسباب تصریف خداست  ** نیستها را قابلیت از کجاست 
  • Kabiliyet, Tanrı işinde şart olsaydı hiçbir yok varlık alemine gelmezdi.
  • قابلی گر شرط فعل حق بدی  ** هیچ معدومی به هستی نامدی 
  • Arayanlar için bu gök perdenin altında bir adettir koydu, sebepler ve yollar yarattı.
  • سنتی بنهاد و اسباب و طرق  ** طالبان را زیر این ازرق تتق 
  • Olan şeylerin pek çoğu o adete göre olagelir. Fakat bazı da olur ki kudret, o adeti yırtar, kaldırır.
  • بیشتر احوال بر سنت رود  ** گاه قدرت خارق سنت شود 
  • Hoşluk ve tatlılıkla adet, yol yordam koydu ama sonra da o adeti, o yolu yordamı yırttı, adına mucize dendi. 1545
  • سنت و عادت نهاده با مزه  ** باز کرده خرق عادت معجزه 
  • Sebepsiz olarak bize yücelik gelmez. Gelmez ama kudret, sebebi kaldırmada aciz değil.
  • بی‌سبب گر عز به ما موصول نیست  ** قدرت از عزل سبب معزول نیست 
  • Ey sebebe kapılan, sebepten dışarı uçma. Fakat sebebi yaratanı da abes sanmaya kalkışma.
  • ای گرفتار سبب بیرون مپر  ** لیک عزل آن مسبب ظن مبر 
  • Sebebi yaratan Tanrı, ne dilerse yapar. Mutlak olan kudret, sebepleri de yırtar, ortadan kaldırır.
  • هر چه خواهد آن مسبب آورد  ** قدرت مطلق سببها بر درد 
  • Fakat arayan muradına erişsin diye çok defa, yaptığı işleri sebeple yapar, sebeple yaratır.
  • لیک اغلب بر سبب راند نفاذ  ** تا بداند طالبی جستن مراد 
  • Sebep olmasa mürit nasıl yol arasın? Şu halde yolda sebeplerin görünmesi lazımdır. 1550
  • چون سبب نبود چه ره جوید مرید  ** پس سبب در راه می‌باید بدید 
  • Bu sebepler, görüşlere perdedir. Çünkü her göz, onun sanatını görmeye layık değildir.
  • این سببها بر نظرها پرده‌هاست  ** که نه هر دیدار صنعش را سزاست 
  • Sebebi yırtacak bir göz gerek ki perdeleri kökünden çekip çıkarsın.
  • دیده‌ای باید سبب سوراخ کن  ** تا حجب را بر کند از بیخ و بن 
  • Bu suretle de mekansızlık yurdunda sebepleri yaratanı görsün, çalışmayı, kazancı dükkânı saçma ve beyhude saysın.
  • تا مسبب بیند اندر لامکان  ** هرزه داند جهد و اکساب و دکان 
  • Her hayır ve şer, sebebini yaratandan gelir. Babacığım sebep ve vasıtalar.
  • از مسبب می‌رسد هر خیر و شر  ** نیست اسباب و وسایط ای پدر 
  • Bir zamancağız gaflet devri yürüyüp gitsin diye ana yolun üstünde toplanmış bir hayalden başka bir şey değildir. 1555
  • جز خیالی منعقد بر شاه‌راه  ** تا بماند دور غفلت چند گاه 
  • Adem aleyhisselam'ın bedeni, ilk yaratılırken Tanrının Cebrail aleyhisselam'a "Yürü, şu yeryüzünden bir avuç toprak al", bir rivayete göre de "Her yerden avuç avuç toprak al"diye emretmesi
  • در ابتدای خلقت جسم آدم علیه‌السلام کی جبرئیل علیه‌السلام را اشارت کرد کی برو از زمین مشتی خاک برگیر و به روایتی از هر نواحی مشت مشت بر گیر 
  • Sanat sahibi Tanrı, hayra, şerre uğramak, sınamak üzere Adem’i yaratmak istediği zaman,
  • چونک صانع خواست ایجاد بشر  ** از برای ابتلای خیر و شر 
  • Özü doğru Cebrail’e “Yürü, yeryüzünden bir avuç toprak ödünç al” buyurdu.
  • جبرئیل صدق را فرمود رو  ** مشت خاکی از زمین بستان گرو 
  • Cebrail hizmete bel bağlayıp alemlerin rabbinin emrini yerine getirmek üzere yeryüzüne geldi.
  • او میان بست و بیامد تا زمین  ** تا گزارد امر رب‌العالمین 
  • O, buyruk kulu, yere el attı. Toprak, kendini çekti, çekindi.
  • دست سوی خاک برد آن متمر  ** خاک خود را در کشید و شد حذر 
  • Dile gelip yalvarmaya, tek yaratıcı hürmetine beni bırak, yürü git, canımı bağışla. O yürük atinin yularını çek benden. 1560
  • پس زبان بگشاد خاک و لابه کرد  ** کز برای حرمت خلاق فرد 
  • Benden yaratılacak insan, tekliflere uğrayacak, tehlikelere düşecek.
  • ترک من گو و برو جانم ببخش  ** رو بتاب از من عنان خنگ رخش 
  • Tanrı hakkı için beni bırak, alma.
  • در کشاکشهای تکلیف و خطر  ** بهر لله هل مرا اندر مبر 
  • Tanrı seni seçti, Levih’teki bilgiyi sana gösterdi. O lütuf hakkı için vazgeç benden.
  • بهر آن لطفی که حقت بر گزید  ** کرد بر تو علم لوح کل پدید 
  • Tanrı ihsanı ile meleklere hoca oldun. Daima Tanrı ile konuşmadasın.
  • تا ملایک را معلم آمدی  ** دایما با حق مکلم آمدی 
  • Peygamberlerin de elçisi olacaksın. Sen vahiy canının hayatısın bedeni değil. 1565
  • که سفیر انبیا خواهی بدن  ** تو حیات جان وحیی نی بدن 
  • İsrafil bedenlere can verir, sen cana can verirsin. O yüzden İsrafil’den üstünsün.
  • بر سرافیلت فضیلت بود از آن  ** کو حیات تن بود تو آن جان 
  • O, sur’u üfürür, bedenlere can gelir. Senin nefesin mücerret gönüllere can bağışlar.
  • بانگ صورش نشات تن‌ها بود  ** نفخ تو نشو دل یکتا بود 
  • Bedendeki canın canı, gönlün diriliğidir. Şu halde senin ihsanın, İsrafil’in ihsanından üstündür.
  • جان جان تن حیات دل بود  ** پس ز دادش داد تو فاضل بود