English    Türkçe    فارسی   

5
1670-1719

  • Onun gel demesi, insana yücelikler verir; sarhoşluklar, eşler, yaygılar bağışlar. 1670
  • آن تعال او تعالیها دهد  ** مستی و جفت و نهالیها دهد 
  • Ben o yüce emri hiç, ama hiçbir suretle tevil edemem.
  • باری آن امر سنی را هیچ هیچ  ** من نیارم کرد وهن و پیچ پیچ 
  • Dertli toprak bütün bunları duydu. Fakat o kötü zan, kulağına küpe olmuştu, ondan vazgeçmedi.
  • این همه بشنید آن خاک نژند  ** زان گمان بد بدش در گوش بند 
  • Aşağılık toprak tekrar başka bir çeşit yalvarmaya, sarhoş gibi secde etmeye başladı.
  • باز از نوعی دگر آن خاک پست  ** لابه و سجده همی‌کرد او چو مست 
  • Azrail dedi ki: Yeter, artık bundan fazlası yok. Hem benden sana ziyan da gelmez. Ben, istersen sana başımı, canımı rehin vereyim.
  • گفت نه برخیز نبود زین زیان  ** من سر و جان می‌نهم رهن و ضمان 
  • Yalvarmayı düşünme, Artık o merhamet ve adalet sahibi padişahtan başkasına yalvarma da. 1675
  • لابه مندیش و مکن لابه دگر  ** جز بدان شاه رحیم دادگر 
  • Ben emir kuluyum, emri terk edemem. Onun emri, denizden toz koparır.
  • بنده فرمانم نیارم ترک کرد  ** امر او کز بحر انگیزید گرد 
  • O kulağı, gözü, başı, yaratan Tanrı’nın emrinden başka kendiliğimden ne bir hayır dilerim, ne bir şer.
  • جز از آن خلاق گوش و چشم و سر  ** نشنوم از جان خود هم خیر و شر 
  • Kulağım onun sözünden başka söze sağır. O, bana tatlı canımdan da değerli.
  • گوش من از گفت غیر او کرست  ** او مرا از جان شیرین جان‌ترست 
  • Can, ondan geldi, o candan değil. O, bedavaca yüz binlerce can verir.
  • جان ازو آمد نیامد او ز جان  ** صدهزاران جان دهم او رایگان 
  • Can nedir ki kerem sahibinden esirgeyeyim? Pire de nedir ki onun yüzünden yorganı yakayım? 1680
  • جان کی باشد کش گزینم بر کریم  ** کیک چه بود که بسوزم زو گلیم 
  • Ben, onun hayrından başka bir hayır bilmem. Ondan başkasına sağırım, dilsiz, körüm.
  • من ندانم خیر الا خیر او  ** صم و بکم و عمی من از غیر او 
  • Ağlayıp inleyenlere karsı kulağım sağır. Onun elinde bir mızrak gibiyim ben.
  • گوش من کرست از زاری‌کنان  ** که منم در کف او هم‌چون سنان 
  • Sana zulmeden mahluk, hakikatte bir alete benzer. Arif, ona derler ki alete değil, Tanrıya bakar. Görünüşte alete baksa bile bilgisizliğinden değildir de öyle icabetmiştir. Nitekim Tanrı sırrını takdis etsin, Ebu Yezid dedi ki: Bunca yıldır halkla konuşmam, halkın sözünü duymam, işitmem. Halksa,beni kendileriyle konuşuyorum, onların sözlerini dinliyorum sanır. Çünkü onlar, söz söylediğim ulu zatı görmezler. Onlar, bence birinin sesine ses veren dağa, dağdan gelen sese benzerler. Duyan akıllı kişi, sese bakmaz. Meşhur atasözüdür: Duvar çiviye niye beni yaralıyorsun? der. Çivi de beni kakana bak diye cevap verir.
  • بیان آنک مخلوقی کر ترا ازو ظلمی رسد به حقیقت او هم‌چون آلتیست عارف آن بود کی بحق رجوع کند نه به آلت و اگر به آلت رجوع کند به ظاهر نه از جهل کند بلک برای مصلحتی چنانک ابایزید قدس الله سره گفت کی چندین سالست کی من با مخلوق سخن نگفته‌ام و از مخلوق سخن نشنیده‌ام ولیکن خلق چنین پندارند کی با ایشان سخن می‌گویم و ازیشان می‌شنوم زیرا ایشان مخاطب اکبر را نمی‌بینند کی ایشان چون صدااند او را نسبت به حال من التفات مستمع عاقل به صدا نباشد چنانک مثل است معروف قال الجدار للوتد لم تشقنی قال الوتد انظر الی من یدقنی 
  • Ahmakçasına mızraktan merhamet umma, mızrağı elinde tutan padişahtan um.
  • احمقانه از سنان رحمت مجو  ** زان شهی جو کان بود در دست او 
  • Mızrağa, kılıca nasıl yalvarabilirsin? Onlar, o yüce kişinin elinde tutsaktır.
  • باسنان و تیغ لابه چون کنی  ** کو اسیر آمد به دست آن سنی 
  • O, sanatkarlıkta Azeri’dir, bense putum. Benden ne alet yaparsa o aletim ben. 1685
  • او به صنعت آزرست و من صنم  ** آلتی کو سازدم من آن شوم 
  • Beni kadeh yaparsa kadeh olurum, hançer yaparsa hançer.
  • گر مرا ساغر کند ساغر شوم  ** ور مرا خنجر کند خنجر شوم 
  • Çeşme yaparsa su veririm, ateş yaparsa ziya.
  • گر مرا چشمه کند آبی هم  ** ور مرا آتش کند تابی دهم 
  • Yağmur yaparsa yağar, harmana feyiz ve bereket veririm, ok yaparsa bedene saplanırım.
  • گر مرا باران کند خرمن دهم  ** ور مرا ناوک کند در تن جهم 
  • Yılan yaparsa zehirlerim, yardim ederse hizmette bulunurum.
  • گر مرا ماری کند زهر افکنم  ** ور مرا یاری کند خدمت کنم 
  • Ben iki parmağın arasındaki kalem gibiyim. İbadet safında mütereddit değilim. 1690
  • من چو کلکم در میان اصبعین  ** نیستم در صف طاعت بین بین 
  • Azrail toprağı söze tuttu; o sırada o köhne topraktan bir avuç kaptı.
  • خاک را مشغول کرد او در سخن  ** یک کفی بربود از آن خاک کهن 
  • Yeryüzünden sihirbazca bir avuç toprak aldı, halbuki toprak, sözle meşguldü, ondan haberi bile olmadı.
  • ساحرانه در ربود از خاکدان  ** خاک مشغول سخن چون بی‌خودان 
  • O bir avuç toprağı yeryüzünün rızası olmadan aldı, kaçmak isteyen, ayakları gerisin geriye giden çocuğu nasıl zorla mektebe götürürlerse öylece Tanrı tapısına götürdü.
  • برد تا حق تربت بی‌رای را  ** تا به مکتب آن گریزان پای را 
  • Tanrı dedi ki: Apaydın bilgim hakki için seni bu halkın celladı yapacağım.
  • گفت یزدان که به علم روشنم  ** که ترا جلاد این خلقان کنم 
  • Azrail dedi ki: Yarabbi, halk bana düşman olur. halkın ölüm çağında boğazını siktim mi herkes bana düşman kesilir. 1695
  • گفت یا رب دشمنم گیرند خلق  ** چون فشارم خلق را در مرگ حلق 
  • Yüce Tanrım, reva görür müsün halk benden nefret etsin, bana düşman olsun?
  • تو روا داری خداوند سنی  ** که مرا مبغوض و دشمن‌رو کنی 
  • Tanrı dedi ki: Ben, sıtma ve humma, kulunç, yaralanma, gibi öyle sebepler yaratırım ki,
  • گفت اسبابی پدید آرم عیان  ** از تب و قولنج و سرسام و سنان 
  • Onlar gözlerini senden çevirirler, o hastalıklara, o sebeplere üç kat sarılırlar, yalnız onları görürler.
  • که بگردانم نظرشان را ز تو  ** در مرضها و سببهای سه تو 
  • Azrail, “Yarabbi, Yüce Tanrım, öyle kullarında vardır ki onlar, sebepleri yırtarlar.
  • گفت یا رب بندگان هستند نیز  ** که سببها را بدرند ای عزیز 
  • Gözleri sebeplerden geçer, senin ihsanınla perdeleri asar. 1700
  • چشمشان باشد گذاره از سبب  ** در گذشته از حجب از فضل رب 
  • Hal göz doktorundan birlik sürmesini çekerler de illetten de kurtulurlar sebepten de.
  • سرمه‌ی توحید از کحال حال  ** یافته رسته ز علت و اعتلال 
  • Ne hummaya bakarlar, ne kulunca, ne basura, bu sebeplere hiç ehemmiyet vermezler.
  • ننگرند اندر تب و قولنج و سل  ** راه ندهند این سببها را به دل 
  • Çünkü bu illetlerin her birinin devası vardır. Deva kabul etmeyen illet kaza ve kaderdir.
  • زانک هر یک زین مرضها را دواست  ** چون دوا نپذیرد آن فعل قضاست 
  • Bilki her hastalığın mutlaka bir devası vardır. Soğuk illetinin devası nasıl kürk giymekse.
  • هر مرض دارد دوا می‌دان یقین  ** چون دوای رنج سرما پوستین 
  • Fakat Tanrı, bir adamı dondurmayı murat ederse soğuk, yüz tane kürk giyse yüzünden de tesir eder. 1705
  • چون خدا خواهد که مردی بفسرد  ** سردی از صد پوستین هم بگذرد 
  • Bedeni öyle bir titremeye baslar ki, ne elbiseyle ısınır ne evle.
  • در وجودش لرزه‌ای بنهد که آن  ** نه به جامه به شود نه از آشیان 
  • Kaza ve kader geldi mi doktor aptallaşır. O ilaç da fayda verme hususunda yolunu şaşırır.
  • چون قضا آید طبیب ابله شود  ** وان دوا در نفع هم گمره شود 
  • Ahmakları avlayan bu sebepler, nasıl olur da can gözü açık olanın anlayışına perde olur?
  • کی شود محجوب ادراک بصیر  ** زین سببهای حجاب گول‌گیر 
  • Göz sağlam oldu mu aslı görür. Fakat insan şaşı olursa aslı değil de fer’i görür” dedi.
  • اصل بیند دیده چون اکمل بود  ** فرع بیند چونک مرد احول بود 
  • Tanrıdan, Ey Azrail, sebepleri, hastalıkları, kılıç yarasını görmeyen, senin yaptığın işi de görmez. O sebeplerden daha gizlisin ama sen de sebepsin. Hatta o hastaya "Tanrı, ona sizden yakındır ama siz görmezsiniz" sırrı bile gizli kalmaz.
  • جواب آمدن کی آنک نظر او بر اسباب و مرض و زخم تیغ نیاید بر کار تو عزرائیل هم نیاید کی تو هم سببی اگر چه مخفی‌تری از آن سببها و بود کی بر آن رنجور مخفی نباشد کی و هو اقرب الیه منکم و لکن لا تبصرون 
  • Tanrı dedi ki: Aslı bilen kişi, nasıl olur da arada seni görür? 1710
  • گفت یزدان آنک باشد اصل دان  ** پس ترا کی بیند او اندر میان 
  • Kendini halktan gizledin ama sırları apaydın görenlerce sen de bir perdesin.
  • گرچه خویش را عامه پنهان کرده‌ای  ** پیش روشن‌دیدگان هم پرده‌ای 
  • Onlara ecel, şeker gibi tatlı gelirken Artık gözleri dünya devlet ve ikbaline sarhoş olur mu?
  • وانک ایشان را شکر باشد اجل  ** چون نظرشان مست باشد در دول 
  • Onlarca bedene ait olan ölüm, acı değildir. Çünkü onlar, kuyudan, zindandan çayırlığa, çimenliğe gidiyorlar.
  • تلخ نبود پیش ایشان مرگ تن  ** چون روند از چاه و زندان در چمن 
  • Bu ıstıraplarla dolu alemden kurtuluyorlar. İnsan bir hiçin kayboluşuna ağlar mı?
  • وا رهیدند از جهان پیچ‌پیچ  ** کس نگرید بر فوات هیچ هیچ 
  • Padişaha mensup birisi zindanın burcunu yıksa zindandakinin gönlü, ona incinir mi? 1715
  • برج زندان را شکست ارکانیی  ** هیچ ازو رنجد دل زندانیی 
  • Yazık, şu mermer taşı kırdı da canımızı, ruhumuzu hapisten kurtardı.
  • کای دریغ این سنگ مرمر را شکست  ** تا روان و جان ما از حبس رست 
  • O güzelim mermer, o yüce taş, zindanın burcuna ne yakışıyordu, ne de güzel uymuştu.
  • آن رخام خوب و آن سنگ شریف  ** برج زندان را بهی بود و الیف 
  • Nasıl oldu da kırdı, beni de hapisten kurtardı? Bu suça karşılık elini kırmalı onun der mi?
  • چون شکستش تا که زندانی برست  ** دست او در جرم این باید شکست 
  • Hapisten çıkarılıp dar ağacına götürülen kişiden başka hiçbir mahpus böyle saçma bir söz söylemez.
  • هیچ زندانی نگوید این فشار  ** جز کسی کز حبس آرندش به دار