English    Türkçe    فارسی   

5
2384-2433

  • Tanrı "Allah'ın ihsanını dileyin" diye emretti. Kaplan gibi kaçmak caiz değildir.
  • وابتغوا من فضل الله است امر  ** تا نباید غصب کردن هم‌چو نمر 
  • Peygamber, rızık için "Kapısı bağlıdır, kapısında da kilit var" buyurmuştur. 2385
  • گفت پیغامبر که بر رزق ای فتی  ** در فرو بسته‌ست و بر در قفلها 
  • O kilidin anahtarı bizim hareketimiz, gelip gitmemiz ve kazancımızdır.
  • جنبش و آمد شد ما و اکتساب  ** هست مفتاحی بر آن قفل و حجاب 
  • Bu kapının anahtarsız açılmasına yol yok. İstemeden ekmek vermek, Tanrının âdeti değildir.
  • بی‌کلید این در گشادن راه نیست  ** بی‌طلب نان سنت الله نیست 
  • Tilkiye eşeğin cevap vermesi
  • جواب گفتن خر روباه را 
  • Eşek, o senin dediğin Tanrı'ya dayanmanın zayıflığından. Yoksa can veren, ekmek de verir.
  • گفت از ضعف توکل باشد آن  ** ورنه بدهد نان کسی که داد جان 
  • Padişahlık ve zafer istiyen kişiye ekmek lokması az gelmez oğlum.
  • هر که جوید پادشاهی و ظفر  ** کم نیاید لقمه‌ی نان ای پسر 
  • Tuzak kurup av avlıyanlarla yırtıcı canavarların hepsi rızık yemede. Bunlar, ne kazanç peşinde dolaşırlar, ne de rızık kazanmaya çalışırlar. 2390
  • دام و دد جمله همه اکال رزق  ** نه پی کسپ‌اند نه حمال رزق 
  • Rızık verici Tanrı, herkese kısmetini vermededir. Herkesin kısmetini, önüne koymadadır.
  • جمله را رزاق روزی می‌دهد  ** قسمت هر یک به پیشش می‌نهد 
  • Kim sabrederse rızkı gelir yetişir. Çalışıp çabalama zahmetine düşmen senin sabırsızlığındandır dedi.
  • رزق آید پیش هر که صبر جست  ** رنج کوششها ز بی‌صبری تست 
  • Tilkinin eşeğe cevabı
  • جواب گفتن روبه خر را 
  • Tilki dedi ki: Tanrı'ya dayanma, nadir bulunur. Bu dayanmada mahir olanlar, pek az kimselerdir.
  • گفت روبه آن توکل نادرست  ** کم کسی اندر توکل ماهرست 
  • Nadir şeyin etrafında dönüp dolaşmak, bilgisizlikten ileri gelir. Herkes, nerden padişahlığa yol bulacak?
  • گرد نادر گشتن از نادانی است  ** هر کسی را کی ره سلطانی است 
  • Peygamber, kanaate hazine demiştir. Gizli hazineyi herkes, elde edebilir mi? 2395
  • چون قناعت را پیمبر گنج گفت  ** هر کسی را کی رسد گنج نهفت 
  • Haddini bil de yukarlarda uçma. Uçma da kötülük çukuruna düşme!
  • حد خود بشناس و بر بالا مپر  ** تا نیفتی در نشیب شور و شر 
  • Eşeğin, tilkiye cevap vermesi
  • جواب گفتن خر روباه را 
  • Eşek, bunu ters söylüyorsun dedi, bil ki kötülük, insana tamahtan gelir.
  • گفت این معکوس می‌گویی بدان  ** شور و شر از طمع آید سوی جان 
  • Kanaatten hiç kimse ölmedi, hırsla da hiç kimse padişah olmadı.
  • از قناعت هیچ کس بی‌جان نشد  ** از حریصی هیچ کس سلطان نشد 
  • Tanrı, ekmeği domuzlarla köpeklerden bile esirgemiyor. Şu bulut ve yağmur, insanların kazancı değil ya.
  • نان ز خوکان و سگان نبود دریغ  ** کسپ مردم نیست این باران و میغ 
  • Sen nasıl rızıka düşkün bir âşıksan rızık da rızık yiyene öyle düşkün bir âşıktır. 2400
  • آنچنان که عاشقی بر زرق زار  ** هست عاشق رزق هم بر رزق‌خوار 
  • Tanrı'ya dayanma münasebetiyle bu dayancı denemek istiyen ve sebepleri bırakıp şehirden ve halkın geçeceği yerlerden uzaklaşarak bir dağ eteğine giden, açlıktan basını bir taşa koyan ve içinden Yarabbi, senin sebep yaratmana ve rızık vericiliğine dayandım, sebepleri bıraktım. Bu suretle sana dayanmanın sebep halk etmesini de göreyim diyen zahidin hikâyesi
  • در تقریر معنی توکل حکایت آن زاهد کی توکل را امتحان می‌کرد از میان اسباب و شهر برون آمد و از قوارع و ره‌گذر خلق دور شد و ببن کوهی مهجوری مفقودی در غایت گرسنگی سر بر سر سنگی نهاد و خفت و با خود گفت توکل کردم بر سبب‌سازی و رزاقی تو و از اسباب منقطع شدم تا ببینم سببیت توکل را 
  • Bir zahit, Mustafa'dan "Herkesin rızkı Tanrıdan gelir.
  • آن یکی زاهد شنود از مصطفی  ** که یقین آید به جان رزق از خدا 
  • Dilesen de, dilemesen de rızkın, senin aşkınla koşa koşa gelir, sana ulaşır" sözünü duymuştu.
  • گر بخواهی ور نخواهی رزق تو  ** پیش تو آید دوان از عشق تو 
  • Denemek için sahralara düştü, bir dağın dibine vardı, yatıp uyudu.
  • از برای امتحان آن مرد رفت  ** در بیابان نزد کوهی خفت تفت 
  • Bakalım diyordu, rızkım gelecek mi? Şunu bir göreyim de bu husustaki inancım kuvvetlensin.
  • که ببینم رزق می‌آید به من  ** تا قوی گردد مرا در رزق ظن 
  • Bir kervan, yolunu kaybetti. Süre süre o adamın bulunduğu yere kadar geldi. Kervan halkı onu uyumuş görünce, 2405
  • کاروانی راه گم کرد و کشید  ** سوی کوه آن ممتحن را خفته دید 
  • Birisi bu adam neden böyle çölde yoldan ve şehirden uzak bir yerde çıplak bir halde yatıyor?
  • گفت این مرد این طرف چونست عور  ** در بیابان از ره و از شهر دور 
  • Hiçbir kurttan, hiçbir düşmandan korkmuyor. ölü mü acaba, yoksa diri mi? dedi.
  • ای عجب مرده‌ست یا زنده که او  ** می‌نترسد هیچ از گرگ و عدو 
  • Kervan halkı gelip onu yakaladılar. O ulu er, mahsustan hiçbir şey söylemedi.
  • آمدند و دست بر وی می‌زدند  ** قاصدا چیزی نگفت آن ارجمند 
  • Ne vücudunu oynattı, ne başını. Ne de gözünü açtı.
  • هم نجنبید و نجنبانید سر  ** وا نکرد از امتحان هم او بصر 
  • Bunun üzerine bu zavallı zayıf, açlıktan ölüm haline gelmiş dediler. 2410
  • پس بگفتند این ضعیف بی‌مراد  ** از مجاعت سکته اندر اوفتاد 
  • Ekmek ve bir kap içinde yemek getirdiler. Boğazına dökmek istediler.
  • نان بیاوردند و در دیگی طعام  ** تا بریزندش به حلقوم و به کام 
  • Zahit, rızkın, insana çaresiz yetişip geleceği hakkındaki sözü iyice anlamak için inadına dişlerini sıktı.
  • پس بقاصد مرد دندان سخت کرد  ** تا ببیند صدق آن میعاد مرد 
  • Kervan halkı acıdılar. Bu zavallı, tamamiyle bitmiş, açlıktan ölüm haline gelmiş dediler.
  • رحمشان آمد که این بس بی‌نواست  ** وز مجاعت هالک مرگ و فناست 
  • Koşup bıçak getirdiler, ağzına dayayıp dişlerini zorla açtılar.
  • کارد آوردند قوم اشتافتند  ** بسته دندانهاش را بشکافتند 
  • Ağzına çorba döktüler, ekmek parçaları tıktılar. 2415
  • ریختند اندر دهانش شوربا  ** می‌فشردند اندرو نان‌پاره‌ها 
  • Adam dedi ki: Gönül, susuyorsun ama sırrı biliyorsun da kendini naza çekiyorsun.
  • گفت ای دل گرچه خود تن می‌زنی  ** راز می‌دانی و نازی می‌کنی 
  • Gönlü cevap verdi. Biliyorum ki canıma da rızık veren Tanrıdır, tenime de. Bunu da mahsustan yapıyorum.
  • گفت دل دانم و قاصد می‌کنم  ** رازق الله است بر جان و تنم 
  • Bundan fazla sınama, deneme olur mu? Rızık, sabredenlere ne güzel yetişiyor bak.
  • امتحان زین بیشتر خود چون بود  ** رزق سوی صابران خوش می‌رود 
  • Tilkinin eşeğe cevap vermesi ve onu kazanca teşvik etmesi
  • جواب دادن روبه خر را و تحریض کردن او خر را بر کسب 
  • Tilki dedi ki: Bu hikâyeleri bırak da az bile olsa elini kazanca at!
  • گفت روبه این حکایت را بهل  ** دستها بر کسب زن جهد المقل 
  • Tanrı sana el vermiştir, bir iş yap. Kazan da bir dosta da yardımda bulun. 2420
  • دست دادستت خدا کاری بکن  ** مکسبی کن یاری یاری بکن 
  • Herkes, bir kazanca yürümüş, başka dostlarına da, yardım ediyor.
  • هر کسی در مکسبی پا می‌نهد  ** یاری یاران دیگر می‌کند 
  • Bütün kazancı bir kişi elde edemez. Bir kişi, hem dülger, hem saka, hem terzi olamaz ya.
  • زانک جمله کسب ناید از یکی  ** هم دروگر هم سقا هم حایکی 
  • Âlemin kararı böyledir. Herkes, yoksulluğundan bir işe sarılmıştır.
  • این بهنبازیست عالم بر قرار  ** هر کسی کاری گزیند ز افتقار 
  • Ortada bedava yemek şart değildir. Sünnet olan yol, iş işlemek ve bir şey kazanmaktır.
  • طبل‌خواری در میانه شرط نیست  ** راه سنت کار و مکسب کردنیست 
  • Eşeğin, tilkiye Tanrı'ya dayanmak kazançların en iyisidir. Çünkü herkes ona muhtaçtır. Herkes, yarabbi, bana bu işi rasgetir diye dua eder. Duada Tanrı'ya dayanma vardır. Tanrı'ya dayanmak, öyle bir kazançtır ki bu kazancı elde edenin, başka hiç bir kazanca ihtiyacı yoktur ve saire diye cevap vermesi
  • جواب گفتن خر روباه را کی توکل بهترین کسبهاست کی هر کسبی محتاجست به توکل کی ای خدا این کار مرا راست آر و دعا متضمن توکلست و توکل کسبی است کی به هیچ کسبی دیگر محتاج نیست الی آخره 
  • Eşek dedi ki: Ben Tanrı'ya dayanmadan daha iyi bir kâr bilmiyorum. İki âlemde de en iyi kazanç budur. 2425
  • گفت من به از توکل بر ربی  ** می‌ندانم در دو عالم مکسبی 
  • Ona şükretme kazancının eşini göremiyorum. Tanrıya şükür, rızkı artırır.
  • کسب شکرش را نمی‌دانم ندید  ** تا کشد رزق خدا رزق و مزید 
  • Aralarındaki bahis uzadı. Nihayet sualden de kaldılar, cevaptan da.
  • بحثشان بسیار شد اندر خطاب  ** مانده گشتند از سال و از جواب 
  • Tilki, bundan sonra ona "Nefislerinizi, ellerinizle tehlikeye atmayın" emrini söyledi.
  • بعد از آن گفتش بدان در مملکه  ** نهی لا تلقوا بایدی تهلکه 
  • Kuru ve kayalık bir sahrada sabretmek ahmaklıktır. Tanrı'nın âlemi geniş.
  • صبر در صحرای خشک و سنگ‌لاخ  ** احمقی باشد جهان حق فراخ 
  • Buradan çayırlığa göç. Orada ırmak kenarında yeşil otlar otla. 2430
  • نقل کن زینجا به سوی مرغزار  ** می‌چر آنجا سبزه گرد جویبار 
  • Cennet gibi yemyeşil bir çayırlık. Orada yeşillikler bitmiş, ta bele kadar büyümüş.
  • مرغزاری سبز مانند جنان  ** سبزه رسته اندر آنجا تا میان 
  • Ne mutlu o hayvana ki oraya varır. Deve bile o yeşillikte kaybolur.
  • خرم آن حیوان که او آنجا شود  ** اشتر اندر سبزه ناپیدا شود 
  • Orada her yanda bir kaynak akmada. Orada hayvanlar, amana kavuşmuş, hepsi rahattaydı.
  • هر طرف در وی یکی چشمه‌ی روان  ** اندرو حیوان مرفه در امان