- Kim o zafer mumu ile kanadını yakmış ise o mum, ona seksen tane kanat bağışlar.
- هر کرا پر سوخت زان شمع ظفر ** بدهدش آن شمع خوش هشتاد پر
- Nice pervaneler iki gözlerini yummuşlardır da kötü bir muma atılmışlardır, kanatlarını yakıp onun altına düşe kalmışlardır.
- جوق پروانهی دو دیده دوخته ** مانده زیر شمع بد پر سوخته
- Pişmanlıkla, hararetle çırpınıp dururlar. Gözlerinin bağı olmasına, böylece bir havaya körcesine düşmelerine ah ederler.
- میطپد اندر پشیمانی و سوز ** میکند آه از هوای چشمدوز
- Mum da ben yandım, seni yanmadan, cefa ve elemden nasıl kurtarabilirdim? der.
- شمع او گوید که چون من سوختم ** کی ترا برهانم از سوز و ستم
- Mum da ağlaya ağlaya der ki: Benim bile başım yandı, artık başkasını nasıl aydınlatabilirim? 345
- شمع او گریان که من سرسوخته ** چون کنم مر غیر را افروخته
- “Ey hasret, hazır ol o kullara ki” ayetinin tefsiri
- تفسیر یا حسرة علی العباد
- O “Senin ahvaline baktım da gururlandım, halini geç gördüm” der.
- او همی گوید که از اشکال تو ** غره گشتم دیر دیدم حال تو
- Mum sönmüş, şarap bitmiş, sevgili de bizim eğri görüşümüzden utanmış, dalgalara batmış, gömülmüştür.
- شمع مرده باده رفته دلربا ** غوطه خورد از ننگ کژبینی ما
- Faydalar, ziyanın ve helakin ta kendisi olmuştur. Artık, körlükten Allahya şikayet et dur.
- ظلت الارباح خسرا مغرما ** نشتکی شکوی الی الله العمی
- Halbuki ne güzeldir inanılır müslüman, iman sahibi ve ibadet edip duran kardeşlerin ruhları.
- حبذا ارواح اخوان ثقات ** مسلمات مومنات قانتات
- Herkes bir yana yüz tutmuştur. O azizlerse hiç yanda olmayana yüz çevirmişlerdir. 350
- هر کسی رویی به سویی بردهاند ** وان عزیزان رو به بیسو کردهاند
- Her güvercin bir yana uçmuştur, bu güvercinse cihetsizlik tarafına!
- هر کبوتر میپرد در مذهبی ** وین کبوتر جانب بیجانبی
- Biz ne hava kuşlarıyız, ne ev kuşları. Bizim yemimiz yemsizlik yemidir.
- ما نه مرغان هوا نه خانگی ** دانهی ما دانهی بیدانگی
- Onun için rızkımız böyle bol bol gelmededir; çünkü, bizim elbise dikmemiz elbiseyi yırtmaktır!
- زان فراخ آمد چنین روزی ما ** که دریدن شد قبادوزی ما
- Fereciye önce fereci denmesinin sebebi
- سبب آنک فرجی را نام فرجی نهادند از اول
- Sofinin biri bir iç sıkıntısına uğradı, cüppesinin önünü yırttı, ondan sonra ferahladı.
- صوفیی بدرید جبه در حرج ** پیشش آمد بعد به دریدن فرج
- O yırtık cüppeye fereci (ferahlık) adını koydu. Bu lâkap, o kurtulmuş adamdan sonra yayıldı. 355
- کرد نام آن دریده فرجی ** این لقب شد فاش زان مرد نجی
- Yayıldı ama safını şeyh aldı, götürdü, halka tortudan ibaret olan adı kaldı.
- این لقب شد فاش و صافش شیخ برد ** ماند اندر طبع خلقان حرف درد
- Böylece her şeyin bir saf ve tortusuz tarafı vardır, adını da tortu gibi aleme bırakmıştır.
- همچنین هر نام صافی داشتست ** اسم را چون دردیی بگذاشتست
- Kim toprak yemeyi adet edinmişse tortuya yapışmıştır. Sofi ise hemencecik safın bulunduğu tarafa gider.
- هر که گل خوارست دردی را گرفت ** رفت صوفی سوی صافی ناشکفت
- Elbette tortunun bir safı vardır der ve gönül, bu delaletle saflığa varır, ulaşır.
- گفت لابد درد را صافی بود ** زین دلالت دل به صفوت میرود
- Tortu güçlüktür, safı da kolaylığı. Saf, hurmaya benzer, tortu da hurma çağlasına. 360
- درد عسر افتاد و صافش یسر او ** صاف چون خرما و دردی بسر او
- Güçlük kolaylıkla beraberdir, kendine gel, ümidini kesme. Bu ölümden sonra hayata yol var.
- یسر با عسرست هین آیس مباش ** راه داری زین ممات اندر معاش
- Oğul ferahlamak istiyorsan cüppeni yırt da o saflıktan hemencecik baş çıkarsın.
- روح خواهی جبه بشکاف ای پسر ** تا از آن صفوت برآری زود سر
- Sofi saflığı dileyen kişidir. Sofilik, sof elbiseyle, terzilikle, yavaş yavaş yürümekle olmaz.
- هست صوفی آنک شد صفوتطلب ** نه از لباس صوف و خیاطی و دب
- Fakat bu alçak ve aşağılık kişilerce sofuluk, terzilikten ve oğlancılıktan ibarettir.
- صوفیی گشته به پیش این لام ** الخیاطه واللواطه والسلام
- Fakat o saflık, o iyi ad, san hayaliyle bu renge bürünmek de iyidir ama, 365
- بر خیال آن صفا و نام نیک ** رنگ پوشیدن نکو باشد ولیک
- O hayalle asla kadar gitmek şartıyla. Kat kat hayale tapanlar gibi değil.
- بر خیالش گر روی تا اصل او ** نی چو عباد خیال تو به تو
- Hayal, seni güzellik otağının çevresine sokulmaktan men eden gayret çavuşudur.
- دور باش غیرتت آمد خیال ** گرد بر گرد سراپردهی جمال
- O, her arayanın yolunu, yol yok, diye keser. Onun hayali geldi mi, sana, dur, der.
- بسته هر جوینده را که راه نیست ** هر خیالش پیش میآید بیست
- Ancak kulağı delik ve anlayışlı kişiyi durdurmaz. Çünkü o, Allah yardımı askerine sığınmış, o sayede coşup köpürmüştür.
- جز مگر آن تیزکوش تیزهوش ** کش بود از جیش نصرتهاش جوش
- O, ne hayallerden ürker, sıçrar, ne de padişahlık taslar. Padişahın nişane olarak verdiği oku gösterir, yoluna gider. 370
- نجهد از تخییلها نی شه شود ** تیر شه بنماید آنگه ره شود
- Allahm, bu şaşkın gönle bir ok bağışla, bu iki kat olmuş yaylara bir ok ver.
- این دل سرگشته را تدبیر بخش ** وین کمانهای دوتو را تیر بخش
- Uluların içtikleri o gizli kadehten yeryüzüne bir yudumcuk saçtın.
- جرعهای بر ریختی زان خفیه جام ** بر زمین خاک من کاس الکرام
- Güzellerin saçlarında, yüzlerinde o bir yudumcuk şarabın nişanesi var. Padişahlar, bu yüzden topraktan meydana gelen güzelleri yalar dururlar.
- هست بر زلف و رخ از جرعهش نشان ** خاک را شاهان همیلیسند از آن
- Gece gündüz yüzlerce gönülle o topraktan meydana gelen güzeli öpüp durman, onda güzelliğin bir zerresi bulunduğundandır.
- جرعه حسنست اندر خاک گش ** که به صد دل روز و شب میبوسیش
- Seni, toprakla karışmış bir yudumcuk güzellik şarabı böyle deli divane ediyor, artık onun safı neler yapmaz? 375
- جرعه خاک آمیز چون مجنون کند ** مر ترا تا صاف او خود چون کند
- Herkes bir kerpiç parçasının önünde yenini, yakasını yırtmakta. Halbuki o kerpiç, güzelliğin bir yudumcuğuna, bir zerreciğine sahip.
- هر کسی پیش کلوخی جامهچاک ** که آن کلوخ از حسن آمد جرعهناک
- Ayda, güneşte, hamel burcunda bir yudumcuk güzellik şarabı var. Arşta kürsüde, zuhal yıldızında bir zerrecik güzellik var.
- جرعهای بر ماه و خورشید و حمل ** جرعهای بر عرش و کرسی و زحل
- Ona bir yudum mu dersin, yoksa şaşılacak bir şey bu kimya mı dersin? Ona bir sürtünmekle bu kadar güzellikler meydana geliyor.
- جرعه گوییش ای عجب یا کیمیا ** که ز اسیبش بود چندین بها
- Ey akıllı kişi ona sürtünmeyi can ve gönülden dile. Fakat bu kimyaya “Ancak temiz olanlar dokunabilirler.”
- جد طلب آسیب او ای ذوفنون ** لا یمس ذاک الا المطهرون
- Altında, lâ’lde, incilerde o güzellik şarabından bir yudumcuk var; şarapta, mezede, meyvede o şaraptan bir yudumcuk! 380
- جرعهای بر زر و بر لعل و درر ** جرعهای بر خمر و بر نقل و ثمر
- Tertemiz güzellerin yüzlerinde de yine bir yudumcuk. Artık onun süzülmüş ve saf olanı nasıldır? Bir düşün!
- جرعهای بر روی خوبان لطاف ** تا چگونه باشد آن راواق صاف
- Bu toprakla karışık bir yudumcuk şarabı yalayıp durmaktasın, onu toprağa karışmamış, saf bir halde görürsen ne hale geleceksin?
- چون همی مالی زبان را اندرین ** چون شوی چون بینی آن را بی ز طین
- Ölüm zamanında o bir yudumcuk saf şarap, bu toprak bedenden ölümle ayrılmakta.
- چونک وقت مرگ آن جرعهی صفا ** زین کلوخ تن به مردن شد جدا
- Geri kalanı hemen görmüyorsun. Böyle çirkin bir beden onunla bak ne hale geliyormuş!
- آنچ میماند کنی دفنش تو زود ** این چنین زشتی بدان چون گشته بود
- Can bunlardan ten olmadan yüz gösterse o vuslattaki letafeti ben anlatamam ki! 385
- جان چو بی این جیفه بنماید جمال ** من نتانم گفت لطف آن وصال
- Ay, şu bulut olmaksızın ışık salsa onu kimsecikler anlatamaz!
- مه چو بیاین ابر بنماید ضیا ** شرح نتوان کرد زان کار و کیا
- Ne hoştur o tatlılarla, şekerlerle dolu olan mutfak. Şu padişahlar o mutfağı yalayıp dururlar.
- حبذا آن مطبخ پر نوش و قند ** کین سلاطین کاسهلیسان ویند
- Ne güzeldir o din ovasının harmanı. Her harman oradan başak devşirir.
- حبذا آن خرمن صحرای دین ** که بود هر خرمن آن را دانهچین
- Ne alâdır gamsız, kedersiz ömür denizi. Yedi denizde ondan meydana gelmiş bir çiğ tanesidir.
- حبذا دریای عمر بیغمی ** که بود زو هفت دریا شبنمی
- Elest sakisi, şu aşağılık ve çorak yeryüzünde bir yudumcuk saçmıştır da, 390
- جرعهای چون ریخت ساقی الست ** بر سر این شوره خاک زیردست