English    Türkçe    فارسی   

5
3815-3864

  • Birisinin elinde kırk kuruşu vardı. Her gece birini denize atardı. 3815
  • آن یکی بودش به کف در چل درم  ** هر شب افکندی یکی در آب یم 
  • Bu suretle de nefsine iyice eziyet etmek, yavaşlıkla onun can çekişmesini uzatmak isterdi.
  • تا که گردد سخت بر نفس مجاز  ** در تانی درد جان کندن دراز 
  • Müslümanlarla savaşa gider, onlar düşmandan yüz döndürseler bile o geri dönmezdi.
  • با مسلمانان بکر او پیش رفت  ** وقت فر او وا نگشت از خصم تفت 
  • Bir kere daha yaralanır, onu da bağlardı. Belki yirmi kere bedeninde mızrak ve ok kırılırdı.
  • زخم دیگر خورد آن را هم ببست  ** بیست کرت رمح و تیر از وی شکست 
  • Bu suretle savaşa savaşa nihayet kuvveti bitti, yere düştü. Aşkının doğruluğuyla doğruluk makamına ulaştı.
  • بعد از آن قوت نماند افتاد پیش  ** مقعد صدق او ز صدق عشق خویش 
  • Doğruluk, can vermektir. Kendinize gelin de bu hususta ileri geçin. Kur'an'dan "Erler vardır ki Tanrıyla ettikleri ahdi bozmadılar, ahıtlarına doğrulukla sarıldılar" âyetini okuyun! 3820
  • صدق جان دادن بود هین سابقوا  ** از نبی برخوان رجال صدقوا 
  • Mademki bu beden, ruha bir alettir, şu halde bu hakiki ölüm değildir.
  • این همه مردن نه مرگ صورتست  ** این بدن مر روح را چون آلتست 
  • Nice ham kişiler vardır ki görünüşte kanlarını döktüler. Fakat nefisleri diri olarak o tarafa kaçtı.
  • ای بسا خامی که ظاهر خونش ریخت  ** لیک نفس زنده آن جانب گریخت 
  • Aleti kırıldı ama yol kesen diri kaldı. Bindiği at kanlar saçtı ama nefis diri.
  • آلتش بشکست و ره‌زن زنده ماند  ** نفس زنده‌ست ارچه مرکب خون فشاند 
  • At öldü, yolu aşılmadı. Ancak ham, kötü, perişan bir halde kala kaldı.
  • اسپ کشت و راه او رفته نشد  ** جز که خام و زشت و آشفته نشد 
  • Her kan döken şehit olsaydı öldürülen kâfir de kutlu bir şehit sayılırdı. 3825
  • گر بهر خون ریزیی گشتی شهید  ** کافری کشته بدی هم بوسعید 
  • Nice şehit olmuş güvenilir kişiler de vardır ki dünyada ölürler, şehit olmuşlardır, fakat diri gibi yürür gezerler.
  • ای بسا نفس شهید معتمد  ** مرده در دنیا چو زنده می‌رود 
  • Yol kesen ruh olmuştur, onun kılıcı olan beden bakidir ve o savaş arayan erin elindedir.
  • روح ره‌زن مرد و تن که تیغ اوست  ** هست باقی در کف آن غزوجوست 
  • Kılıcı, o kılıçtır, fakat, o adam değil. Fakat bu görünüş, seni şaşırtır.
  • تیغ آن تیغست مرد آن مرد نیست  ** لیک این صورت ترا حیران کنیست 
  • Nefis, değişti mi bu beden kılıcı, ihsan ve lütuflar sahibi Tanrı'nın elindedir.
  • نفس چون مبدل شود این تیغ تن  ** باشد اندر دست صنع ذوالمنن 
  • O öyle bir erdir ki gıdasız, tamamiyle dert. öbür erlik ise toz gibi ortası delik bir şeydir! 3830
  • آن یکی مردیست قوتش جمله درد  ** این دگر مردی میان‌تی هم‌چو گرد 
  • Bîr adamın, Mısır halifesine kâğıda yapılmış bir cariye resmîni göstermesi, halifenin o resme âşık olarak Musul emîrinin cariyesi olan o kızı alıp getirmek üzere bir beyi Musul'a göndermesi, savaşta bu yüzden birçok adamın ölmesi, birçok yerin yıkılıp gitmesi
  • صفت کردن مرد غماز و نمودن صورت کنیزک مصور در کاغذ و عاشق شدن خلیفه‌ی مصر بر آن صورت و فرستادن خلیفه امیری را با سپاه گران بدر موصل و قتل و ویرانی بسیار کردن بهر این غرض 
  • Bir kovucu, Mısır halifesine, Musul padişahının: huri gibi bir cariyesi olduğunu söyleyip dedi ki:
  • مر خلیفه‌ی مصر را غماز گفت  ** که شه موصل به حوری گشت جفت 
  • Onun bir cariyesi var ki âlemde onun gibi güzel yok.
  • یک کنیزک دارد او اندر کنار  ** که به عالم نیست مانندش نگار 
  • Güzelliğinin haddi yok, söze sığmaz, anlatılmaz ki. işte resmi, şu kâğıtta, bir bak!
  • در بیان ناید که حسنش بی‌حدست  ** نقش او اینست که اندر کاغذست 
  • O ulu halife, kâğıttaki resmi görünce hayran oldu, elindeki kadeh düştü.
  • نقش در کاغذ چو دید آن کیقباد  ** خیره گشت و جام از دستش فتاد 
  • Derhal Musul'a büyük bir orduyla bir er gönderdi. 3835
  • پهلوانی را فرستاد آن زمان  ** سوی موصل با سپاه بس گران 
  • Eğer o ay parçasını sana teslim etmezse orasını tamamiyle yak yık.
  • که اگر ندهد به تو آن ماه را  ** برکن از بن آن در و درگاه را 
  • Verirse bir şey yapma, bırak, yalnız o ay parçasını getir de yeryüzündeyken ayı kucaklayayım dedi.
  • ور دهد ترکش کن و مه را بیار  ** تا کشم من بر زمین مه در کنار 
  • Er, binlerce Rüstem'le, davul ve bayraklarla yola düştü, Musul'a yollandı.
  • پهلوان شد سوی موصل با حشم  ** با هزاران رستم و طبل و علم 
  • Sayısız asker, şehri mahvetmek üzere tarlama çevresine üşüşen çekirgeler gibi oraya üşüştüler.
  • چون ملخها بی‌عدد بر گرد کشت  ** قاصد اهلاک اهل شهر گشت 
  • Savaş için her yana Kafdağı gibi mancınıklar kurdurdu. 3840
  • هر نواحی منجنیقی از نبرد  ** هم‌چو کوه قاف او بر کار کرد 
  • Oklar yağmur gibi yağmada, mancınıklarla atılan taşlar gök gürler gibi gürlemeye, kılıçlar şimşek gibi çakmaya başlamıştı.
  • زخم تیر و سنگهای منجنیق  ** تیغها در گرد چون برق از بریق 
  • Savaş, tam bir hafta sürdü, kanlar döküldü. Taştan yapılma kale mum gibi eridi, yerle yeksan oldu.
  • هفته‌ای کرد این چنین خون‌ریز گرم  ** برج سنگین سست شد چون موم نرم 
  • Musul padişahı, bu korkunç savaşı görünce içeriden bir elçi göndererek,
  • شاه موصل دید پیگار مهول  ** پس فرستاد از درون پیشش رسول 
  • Müslümanların kanını dökmekten maksadın ne? Bu şiddetli savaşta ölüp gidiyorlar. Meramın nedir?
  • که چه می‌خواهی ز خون مؤمنان  ** کشته می‌گردند زین حرب گران 
  • Maksadın, Musul şehrini almaksa böyle kan dökmeden de olur bu iş. 3845
  • گر مرادت ملک شهر موصلست  ** بی‌چنین خون‌ریز اینت حاصلست 
  • Ben şehirden çıkayım gel, sen gir. Tek mazlumların kanı, seni tutmasın.
  • من روم بیرون شهر اینک در آ  ** تا نگیرد خون مظلومان ترا 
  • Yok, muradın mal, altın ve mücevherse bunu, bu şehirden almak, zaten kolay bir şey dedi.
  • ور مرادت مال و زر و گوهرست  ** این ز ملک شهر خود آسان‌ترست 
  • Müslümanların kanları daha fazla dökülmesin diye Musul padişahının, o cariyeyi halifeye bağışlaması
  • ایثار کردن صاحب موصل آن کنیزک را بدین خلیفه تا خون‌ریز مسلمانان بیشتر نشود 
  • Elçi, o erin huzuruna gelince er, cariyenin resmîni verdi.
  • چون رسول آمد به پیش پهلوان  ** داد کاغذ اندرو نقش و نشان 
  • Bu kâğıda bak dedi, bunu istiyorum. Derhal teslim etsin, yoksa ben üstünüm.
  • بنگر اندر کاغذ این را طالبم  ** هین بده ورنه کنون من غالبم 
  • Elçi gelip maksadı söyleyince o erkek padişah dedi ki: Bu suret eksik olsun, tez götür. 3850
  • چون رسول آمد بگفت آن شاه نر  ** صورتی کم گیر زود این را ببر 
  • Ben, iman ahdında puta tapanlardan değilim. Putun, puta tapanda olması daha doğru.
  • من نیم در عهد ایمان بت‌پرست  ** بت بر آن بت‌پرست اولیترست 
  • Elçi, kızı getirince o yiğit er, derhal âşık oldu.
  • چونک آوردش رسول آن پهلوان  ** گشت عاشق بر جمالش آن زمان 
  • Aşk bir denizdir, gökyüzü, bu denizde bir köpük. Aşk, Yusuf'un havasına kapılan Zeliha gibi insanı hayran eder.
  • عشق بحری آسمان بر وی کفی  ** چون زلیخا در هوای یوسفی 
  • Gönüllerin dönüşünü aşktan bil. Aşk olmasaydı dünya, donar kalırdı.
  • دور گردونها ز موج عشق دان  ** گر نبودی عشق بفسردی جهان 
  • Aşk olmasaydı nerden cansız bir şey, nebata girer, onda mahvolurdu; büyüyüp yetişen nebatlar, nerden kendilerini canlılara feda ederlerdi? 3855
  • کی جمادی محو گشتی در نبات  ** کی فدای روح گشتی نامیات 
  • Ruh, nasıl olur da o nefese feda olurdu da onun esintisinden Meryem gebe kalırdı?
  • روح کی گشتی فدای آن دمی  ** کز نسیمش حامله شد مریمی 
  • Her biri, yerlerinde buz gibi dona kalırdı. Nerden çekirge gibi uçar, gıda arardı ki?
  • هر یکی بر جا ترنجیدی چو یخ  ** کی بدی پران و جویان چون ملخ 
  • O yüceliğe âşık olanlar, zerre zerre, fidan gibi yüceliğe koşmadalar.
  • ذره ذره عاشقان آن کمال  ** می‌شتابد در علو هم‌چون نهال 
  • Onların bu koşmaları, "Tanrı'yı teşbih" tir. Can için bedeni temizlemededirler.
  • سبح لله هست اشتابشان  ** تنقیه‌ی تن می‌کنند از بهر جان 
  • O yiğit er de kuyuyu yol sanmış, çorak yerden hoşlanmış, oraya tohum ekmeye kalkışmıştı. 3860
  • پهلوان چه را چو ره پنداشته  ** شوره‌اش خوش آمده حب کاشته 
  • O yatıp uyuyan, rüyada bir hayal görür, onunla buluşur, düşü azar.
  • چون خیالی دید آن خفته به خواب  ** جفت شد با آن و از وی رفت آب 
  • Uyanıp kendine gelince görür ki o oyunbazlık, uyanıkken olmamış.
  • چون برفت آن خواب و شد بیدار زود  ** دید که آن لعبت به بیداری نبود 
  • Vah der, beyhude yere erlik suyumu zayi ettim, o işveli hayalin işvesine kapıldım.
  • گفت بر هیچ آب خود بردم دریغ  ** عشوه‌ی آن عشوه‌ده خوردم دریغ 
  • O yiğit er de beden yiğidiydi, asıl erliği yoktu. O yüzden erlik tohumunu öyle bir kuma saçtı gitti.
  • پهلوان تن بد آن مردی نداشت  ** تخم مردی در چنان ریگی بکاشت