English    Türkçe    فارسی   

6
1833-1882

  • Akıllı fikirli kişiler, bu yol yitirme yüzünden burunlarının üstünde ahmaklık dağını gördüler!
  • زیرکان و عاقلان از گمرهی  ** دیده بر خرطوم داغ ابلهی 
  • Kazanmadan rızık dileyen yoksul hikâyesi
  • باقی قصه‌ی فقیر روزی‌طلب بی‌واسطه‌ی کسب 
  • Çaresiz bir müflis, derde düşmüştü. Hiçbir şeyi yoktu, binlerce zehir yutmuştu.
  • آن یکی بیچاره‌ی مفلس ز درد  ** که ز بی‌چیزی هزاران زهر خورد 
  • Namazlarda, dualarda yalvarmakta, ey Allahm, ey kurdu kuşu koruyan! 1835
  • لابه کردی در نماز و در دعا  ** کای خداوند و نگهبان رعا 
  • Sen, beni yorulmadan, çalışıp çabalamadan yarattın. Şu âlemde rızkımı da benim kazancım olmadan ver.
  • بی ز جهدی آفریدی مر مرا  ** بی فن من روزیم ده زین سرا 
  • Başımda gizli olan beş inci verdin. Beş duygu daha ihsan ettin ki onlar da gizli.
  • پنج گوهر دادیم در درج سر  ** پنج حس دیگری هم مستتر 
  • Bu ihsanların sayıya sığmaz. Ben utanıyorum, anlatmadan âcizim.
  • لا یعد این داد و لا یحصی ز تو  ** من کلیلم از بیانش شرم‌رو 
  • Beni yaratan yalnız sensin. Rızkımı da sen düzene koy demekteydi.
  • چونک در خلاقیم تنها توی  ** کار رزاقیم تو کن مستوی 
  • Yıllarca bu duada bulundu. Nihayet ağlayıp yalvarışı tesir etti. 1840
  • سالها زو این دعا بسیار شد  ** عاقبت زاری او بر کار شد 
  • Hani çalışmadan, yorulmadan helâl bir rızk isteyen adam vardı ya, onun gibi.
  • هم‌چو آن شخصی که روزی حلال  ** از خدا می‌خواست بی‌کسب و کلال 
  • Nihayet Allah adaletine sahip Davut Peygamber zamanında bir öküz, onu kutluluğa ulaştırmıştı.
  • گاو آوردش سعادت عاقبت  ** عهد داود لدنی معدلت 
  • Bu adamda yüzünü yerlere sürdü, yalvarıp sızladı, nihayet meydandan icabet topunu çeldi.
  • این متیم نیز زاریها نمود  ** هم ز میدان اجابت گو ربود 
  • Bazen duasının kabul edilmeyişine bakıp kötü zanlara düşüyor, niçin duam kabul edilmiyor diyor,
  • گاه بدظن می‌شدی اندر دعا  ** از پی تاخیر پاداش و جزا 
  • Derken yine Allah’nın lûtuf ve keremi, gönlüne muştuluklar veriyor, duasının kabul edileceğine delil oluyordu. 1845
  • باز ارجاء خداوند کریم  ** در دلش بشار گشتی و زعیم 
  • Çalışıp çabalarken yorulup ümitsizliğe düşünce Allah tapısında gel sesini duyuyordu.
  • چون شدی نومید در جهد از کلال  ** از جناب حق شنیدی که تعال 
  • Allah alçaltıcıdır, yücelticidir. Bu ikisinden başka hiçbir işi yoktur.
  • خافضست و رافعست این کردگار  ** بی ازین دو بر نیاید هیچ کار 
  • Yerin alçalışına bak, göğün yücelişine bak. Kâinatın devranı bu ikisinden hâli değildir.
  • خفض ارضی بین و رفع آسمان  ** بی ازین دو نیست دورانش ای فلان 
  • Şu yerin yücelip alçalışı da bir başka çeşittir. Yılın yarısında çorak bir hale gelir, yarısında yeşerir, tazeleşir.
  • خفض و رفع این زمین نوعی دگر  ** نیم سالی شوره نیمی سبز و تر 
  • Mihnetle dolu olan zamanın yücelip alçalması, büsbütün başka bir tarzdadır. Yirmi dört saatin yarısı günden olur, yarısı gece. 1850
  • خفض و رفع روزگار با کرب  ** نوع دیگر نیم روز و نیم شب 
  • Zıtlarla uzlaşan mizacın yükselmesi, alçalması da şudur: Gâh insan sıhhatli olur, gâh hastalanır, inler.
  • خفض و رفع این مزاج ممترج  ** گاه صحت گاه رنجوری مضج 
  • Dünyanın bütün hallerini böyle bil. Kıtlık, bolluk, barış, savaş, hep denemelerden meydana gelir.
  • هم‌چنین دان جمله احوال جهان  ** قحط و جدب و صلح و جنگ از افتتان 
  • Şu dünya, havada bu iki kanatla uçar. Canlar da bu ikisi yüzünden korku ve ümit yurtlarında yurt edinirler.
  • این جهان با این دو پر اندر هواست  ** زین دو جانها موطن خوف و رجاست 
  • Böylece dünya, şimal rüzgârına benzeyen hayatla ve sam yeli gibi olan ölümle titrer durur.
  • تا جهان لرزان بود مانند برگ  ** در شمال و در سموم بعث و مرگ 
  • Nihayet İsa’mızın tek renge boyayan birlik küpü yüzlerce renkli küpleri kırar. 1855
  • تا خم یک‌رنگی عیسی ما  ** بشکند نرخ خم صدرنگ را 
  • Çünkü o âlem, tuzlaya benzer. Oraya ne düşerse renkten arınır.
  • کان جهان هم‌چون نمکسار آمدست  ** هر چه آنجا رفت بی‌تلوین شدست 
  • Toprağa bak. Çeşit, çeşit renkte bulunan insanları mezarlarda bir renge sokmada.
  • خاک را بین خلق رنگارنگ را  ** می‌کند یک رنگ اندر گورها 
  • Bu, görünen bedenlerin tuzlası, mâna âlemine ait tuzlaysa bundan tamamı ile ayrıdır.
  • این نمکسار جسوم ظاهرست  ** خود نمکسار معانی دیگرست 
  • O mâna tuzlası mânevidir. O, ezelden ebede kadar yenilikler içindedir.
  • آن نمکسار معانی معنویست  ** از ازل آن تا ابد اندر نویست 
  • Eskilik bu yeniliğin zıddıdır. Halbuki o âlemin yeniliği zıtsızdır, eşsizdir, sayıya da sığmaz. 1860
  • این نوی را کهنگی ضدش بود  ** آن نوی بی ضد و بی ند و عدد 
  • Nitekim Mustafa’nın nurunun cilâsı ile yüz binlerce çeşit karanlık ışık kesildi.
  • آنچنان که از صقل نور مصطفی  ** صد هزاران نوع ظلمت شد ضیا 
  • O ulu er yüzünden Yahudilerin, Allah’ya şirk koşanların, Hıristiyanların, Mecusilerin hepsi bir renge boyandılar.
  • از جهود و مشرک و ترسا و مغ  ** جملگی یک‌رنگ شد زان الپ الغ 
  • Yüz binlerce kısa ve uzun gölgeler o sır denizinin nurunda bir oldular.
  • صد هزاران سایه کوتاه و دراز  ** شد یکی در نور آن خورشید راز 
  • Ne uzunluk kaldı, ne kısalık, ne genişlik. Çeşit, çeşit gölgeler, güneşe rehin oldu.
  • نه درازی ماند نه کوته نه پهن  ** گونه گونه سایه در خورشید رهن 
  • Fakat mahşerdeki tek renge boyanış, iyiye de apaçık görünür, kötüye de. 1865
  • لیک یک‌رنگی که اندر محشرست  ** بر بد و بر نیک کشف و ظاهرست 
  • O âlemde mânalar, surete bürünürler. Suretlerimiz, hülyalarımıza uygun olur.
  • که معانی آن جهان صورت شود  ** نقشهامان در خور خصلت شود 
  • O zamanda mektupların sureti açığa çıkar, elbiselerin astarı yüz olur, herkesin içi, dışına döner.
  • گردد آنگه فکر نقش نامه‌ها  ** این بطانه روی کار جامه‌ها 
  • Şimdi gizli şeyler, alacalı öküze benzer. Söz iği, âlem içinde yüzlerce renkte bir iplik gibi görünür.
  • این زمان سرها مثال گاو پیس  ** دوک نطق اندر ملل صد رنگ ریس 
  • Şimdi yüzlerce renge boyanma, yüzlerce gönül sahibi olma devri. Tek renkli olma âlemi nereden tecelli edecek?
  • نوبت صدرنگیست و صددلی  ** عالم یک رنگ کی گردد جلی 
  • Şimdi zencilik zamanı. Rum diyarına mensup olanlar, beyaz güzeller gizli. Şimdi gece, güneş gizli. 1870
  • نوبت زنگست رومی شد نهان  ** این شبست و آفتاب اندر رهان 
  • Kurdun devri, Yusuf kuyunun dibinde. Kıptilerin nöbeti, Firavun, padişah şimdi.
  • نوبت گرگست و یوسف زیر چاه  ** نوبت قبطست و فرعونست شاه 
  • Bu suretle de herkese lüzumlu, lüzumsuz gülüp duran ve kimseden esirgenmeyen rızktan şu köpekler de birkaç gün rızıklansınlar, hisselerini alsınlar bakalım.
  • تا ز رزق بی‌دریغ خیره‌خند  ** این سگان را حصه باشد روز چند 
  • “Gelin” buyruğu verilinceye kadar aslanlar, orman içinde beklemedeler.
  • در درون بیشه شیران منتظر  ** تا شود امر تعالوا منتشر 
  • Bu emir geldi mi o aslanlar, yayıldıkları yerden çıkarlar. Allah, hicapsız olarak yayılacakları, geçinecekleri yeri gösterir.
  • پس برون آیند آن شیران ز مرج  ** بی‌حجابی حق نماید دخل و خرج 
  • İnsanın mahiyeti, insanlık, karayı da kaplar, denizi de. Alacalı öküzler o kurban gününde kesilirler. 1875
  • جوهر انسان بگیرد بر و بحر  ** پیسه گاوان بسملان آن روز نحر 
  • O kurban günü, korkunç bir kıyamettir. Müminlere bayramdır, öküzlere helâk olma günü.
  • روز نحر رستخیز سهمناک  ** مومنان را عید و گاوان را هلاک 
  • O kurban gününde bütün su kuşları, gemiler gibi deniz üstünde akarlar, yüzerler.
  • جمله‌ی مرغان آب آن روز نحر  ** هم‌چو کشتیها روان بر روی بحر 
  • Bu suretle de “Helâk olan apaçık delillerle helâk olur.” Kurtulan kurtulur ve yakıyne erer.
  • تا که یهلک من هلک عن بینه  ** تا که ینجو من نجا واستیقنه 
  • Doğan kuşları, padişaha giderler, kuzgunlar, mezarlığa.
  • تا که بازان جانب سلطان روند  ** تا که زاغان سوی گورستان روند 
  • Kemikle ekmek gibi pis şeylerin cüzileri, bu cihanda kuzgunların mezesidir, gıdasıdır. 1880
  • که استخوان و اجزاء سرگین هم‌چو نان  ** نقل زاغان آمدست اندر جهان 
  • Hikmetin kadrini bilme nerede,kuzgun nerede?Gübrede yaşayan kurt nerede, bağ bahçe nerede?
  • قند حکمت از کجا زاغ از کجا  ** کرم سرگین از کجا باغ از کجا 
  • Nefsiyle savaşmak, kahpe adama lâyık değildir. Eşeğin ardında öd ağacı yakılmaz, eşeğin ardına da misk sürülmez.
  • نیست لایق غزو نفس و مرد غر  ** نیست لایق عود و مشک و کون خر