English    Türkçe    فارسی   

6
1878-1927

  • Bu suretle de “Helâk olan apaçık delillerle helâk olur.” Kurtulan kurtulur ve yakıyne erer.
  • تا که یهلک من هلک عن بینه  ** تا که ینجو من نجا واستیقنه 
  • Doğan kuşları, padişaha giderler, kuzgunlar, mezarlığa.
  • تا که بازان جانب سلطان روند  ** تا که زاغان سوی گورستان روند 
  • Kemikle ekmek gibi pis şeylerin cüzileri, bu cihanda kuzgunların mezesidir, gıdasıdır. 1880
  • که استخوان و اجزاء سرگین هم‌چو نان  ** نقل زاغان آمدست اندر جهان 
  • Hikmetin kadrini bilme nerede,kuzgun nerede?Gübrede yaşayan kurt nerede, bağ bahçe nerede?
  • قند حکمت از کجا زاغ از کجا  ** کرم سرگین از کجا باغ از کجا 
  • Nefsiyle savaşmak, kahpe adama lâyık değildir. Eşeğin ardında öd ağacı yakılmaz, eşeğin ardına da misk sürülmez.
  • نیست لایق غزو نفس و مرد غر  ** نیست لایق عود و مشک و کون خر 
  • Kadınlara savaş yazılmamıştır. Nefisle savaşmaksa onların işi olamaz. Çünkü bu, büyük savaştır.
  • چون غزا ندهد زنان را هیچ دست  ** کی دهد آنک جهاد اکبرست 
  • Ancak nadir olarak bazı kadında da bir Rüstem vardır. Meryem gibi gizlidir o.
  • جز بنادر در تن زن رستمی  ** گشته باشد خفیه هم‌چون مریمی 
  • Nitekim erlerin bedeninde, yüreksizliklerinden kadınların gizlendiği vardır. 1885
  • آنچنان که در تن مردان زنان  ** خفیه‌اند و ماده از ضعف جنان 
  • Kim, erliğe hazırlanmamış, er olmamışsa o dişilik, öbür âlemde surete bürünür.
  • آن جهان صورت شود آن مادگی  ** هر که در مردی ندید آمادگی 
  • O gün adalet günüdür. Adalet, her şeyi lâyık olduğu yere koymaktır. Ayakkabı ayağındır, külâh başın.
  • روز عدل و عدل داد در خورست  ** کفش آن پا کلاه آن سرست 
  • Bu suretle her isteyen isteğine erişir her batan batacağı yere kavuşur.
  • تا به مطلب در رسد هر طالبی  ** تا به غرب خود رود هر غاربی 
  • Hiçbir istek, isteyenden esirgenmez. Parlaklığın eşi güneştir, suyun eşi bulut.
  • نیست هر مطلوب از طالب دریغ  ** جفت تابش شمس و جفت آب میغ 
  • Dünya, Allah’nın kahır yurdudur. Kahrı seçtiysen kahır göre dur. 1890
  • هست دنیا قهرخانه‌ی کردگار  ** قهر بین چون قهر کردی اختیار 
  • Kahır kılıcı, denize, karaya düşmüş. Kahrolanların kemiklerine, kıllarına bak.
  • استخوان و موی مقهوران نگر  ** تیغ قهر افکنده اندر بحر و بر 
  • Damın çevresinde kuşların kanatlarını, ayaklarını seyret. Bunlar, sessiz, sözsüz sana Allah kahrını anlatırlar.
  • پر و پای مرغ بین بر گرد دام  ** شرح قهر حق کننده بی‌کلام 
  • Ölü, gömüldüğü yerde bir yığın toprak kaldı. Öldüğü zaman geçtikçe o yığın da düzeldi gitti.
  • مرد او بر جای خرپشته نشاند  ** وآنک کهنه گشت هم پشته نماند 
  • Allah adaleti, herkesi eşiyle çift etmiştir; fili fille, sivrisineği sivrisinekle.
  • هر کسی را جفت کرده عدل حق  ** پیل را با پیل و بق را جنس بق 
  • Ahmed’e mecliste dört seçilmiş dost, enis olur, Ebucehl’e de Utbe’yle Zül-hımar! 1895
  • مونس احمد به مجلس چار یار  ** مونس بوجهل عتبه و ذوالخمار 
  • Cebrail’le canların kıblesi Sidre’dir, karnına kul olanların kıblesi sofra.
  • کعبه‌ی جبریل و جانها سدره‌ای  ** قبله‌ی عبدالبطون شد سفره‌ای 
  • Arifin kıblesi vuslat nurudur, filozaflaşan aklın kıblesi hayal.
  • قبله‌ی عارف بود نور وصال  ** قبله‌ی عقل مفلسف شد خیال 
  • Zâhidin kıblesi ihsan sahibi Allah’dır, tamahkârın kıblesi altınla dolu torba.
  • قبله‌ی زاهد بود یزدان بر  ** قبله‌ی مطمع بود همیان زر 
  • Mâna gözetenlerin kıblesi sabırdır, surete tapanların kıblesi taştan yapılan suret.
  • قبله‌ی معنی‌وران صبر و درنگ  ** قبله‌ی صورت‌پرستان نقش سنگ 
  • Bâtın âleminde oturanların kıblesi lûtuf ve ihsan sahibi Allah’dır, zâhire tapanların kıblesi kadın yüzü. 1900
  • قبله‌ی باطن‌نشینان ذوالمنن  ** قبله‌ی ظاهرپرستان روی زن 
  • Böylece eski yeni... Say dur. Usanırsan yürü, işine bak!
  • هم‌چنین برمی‌شمر تازه و کهن  ** ور ملولی رو تو کار خویش کن 
  • Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yal yedikleri yere dökülen tutamaç suyu.
  • رزق ما در کاس زرین شد عقار  ** وآن سگان را آب تتماج و تغار 
  • Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızk için göndermişizdir.
  • لایق آنک بدو خو داده‌ایم  ** در خور آن رزق بفرستاده‌ایم 
  • Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna.
  • خوی آن را عاشق نان کرده‌ایم  ** خوی این را مست جانان کرده‌ایم 
  • Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse? 1905
  • چون به خوی خود خوشی و خرمی  ** پس چه از درخورد خویت می‌رمی 
  • Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri!
  • مادگی خوش آمدت چادر بگیر  ** رستمی خوش آمدت خنجر بگیر 
  • Bu sözün sonu yoktur. O yoksul da yoksulluk derdiyle arıkladı, gücü kuvveti kalmadı.
  • این سخن پایان ندارد وآن فقیر  ** گشته است از زخم درویشی عقیر 
  • Yoksulun üstünde “Bir kubbenin yanında dur, yüzünü kıbleye çevir,bir ok at,nereye düşerse orada define vardır” yazılı bir kağıdı ele geçirmesi
  • قصه‌ی آن گنج‌نامه کی پهلوی قبه‌ای روی به قبله کن و تیر در کمان نه بینداز آنجا کی افتد گنجست 
  • Bir gece rüyasında gördü. Ne rüyası, rüya nerede? Doğru özlü sofi, uyumadan rüya görür.
  • دید در خواب او شبی و خواب کو  ** واقعه‌ی بی‌خواب صوفی‌راست خو 
  • Hâtif ona dedi ki: Ey bir çok yorgunluklar görmüş er, kâğıtçılarda bir kâğıt ara.
  • هاتفی گفتش کای دیده تعب  ** رقعه‌ای در مشق وراقان طلب 
  • Komşun olan kâğıtçıda gizlidir o. Kâğıtlarını ele al. 1910
  • خفیه زان وراق کت همسایه است  ** سوی کاغذپاره‌هاش آور تو دست 
  • Onların arasında şu şekilde, şu renkte bir kâğıt var. Onu gizle bir yerde oku.
  • رقعه‌ای شکلش چنین رنگش چنین  ** بس بخوان آن را به خلوت ای حزین 
  • Oğul, onu kâğıtçıdan çaldın mı kalabalıktan, iyi kötü adamlardan bir kenara çekil.
  • چون بدزدی آن ز وراق ای پسر  ** پس برون رو ز انبهی و شور و شر 
  • Yalnızca oku. Okurken kimseyi yanında bulundurma.
  • تو بخوان آن را به خود در خلوتی  ** هین مجو در خواندن آن شرکتی 
  • İş yayılır, ortaya düşerse bile dertlenme. O defineden senden başka hiç kimsecik, bir arpa bile alamaz.
  • ور شود آن فاش هم غمگین مشو  ** که نیابد غیر تو زان نیم جو 
  • Elde etmen uzarsa sakın ümitsizlenme. Her an “ Allahdan ümit kesmeyin” âyetini vird edin. 1915
  • ور کشد آن دیر هان زنهار تو  ** ورد خود کن دم به دم لاتقنطوا 
  • O muştucu, bunu söyleyip elini, adamın göğsüne koydu, hadi dedi, yürü, zahmet çek!
  • این بگفت و دست خود آن مژده‌ور  ** بر دل او زد که رو زحمت ببر 
  • O genç, dalgınlık âleminden kendine gelince ferahından âdeta dünyaya sığmıyordu.
  • چون به خویش آمد ز غیبت آن جوان  ** می‌نگنجید از فرح اندر جهان 
  • Allah’nın koruması ve lûtfu olmasaydı sevincinden çatlayacaktı doğrusu.
  • زهره‌ی او بر دریدی از قلق  ** گر نبودی رفق و حفظ و لطف حق 
  • Öyle bir sevinmişti ki. Kulağı, altı yüz perdenin ardından Allah sesini duymuştu.
  • یک فرح آن کز پس شصد حجاب  ** گوش او بشنید از حضرت جواب 
  • İşitme duygusu, perdeleri aşmış, başını yüceltmiş, feleği geçmişti. 1920
  • از حجب چون حس سمعش در گذشت  ** شد سرافراز و ز گردون بر گذشت 
  • Öyle bir an olur ki insanın görüş duygusu, ibret ıssı olur, gaip perdesinden bile geçer.
  • که بود کان حس چشمش ز اعتبار  ** زان حجاب غیب هم یابد گذار 
  • Duyguları, perdeyi aştı mı artık birbiri ardına ve boyuna görür, duyar.
  • چون گذاره شد حواسش از حجاب  ** پس پیاپی گرددش دید و خطاب 
  • Adam, kâğıtçı dükkânına geldi. Meşk kâğıtlarına el attı.
  • جانب دکان وراق آمد او  ** دست می‌برد او به مشقش سو به سو 
  • O yazılı kâğıt, çabucak gözüne ilişti, Hâtif’in söylediği âlametlerin hepside o kâğıtta vardı.
  • پیش چشمش آمد آن مکتوب زود  ** با علاماتی که هاتف گفته بود 
  • Kâğıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık, dedi. 1925
  • در بغل زد گفت خواجه خیر باد  ** این زمان وا می‌رسم ای اوستاد 
  • Tenha bir bucağa çekildi, kâğıdı okudu. Âdeta şaşırdı kaldı.
  • رفت کنج خلوتی و آن را بخواند  ** وز تحیر واله و حیران بماند 
  • Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kâğıt, meşk kâğıtlarının arasına nasıl girmişti?
  • که بدین سان گنج‌نامه‌ی بی‌بها  ** چون فتاده ماند اندر مشقها