- Mâna gözetenlerin kıblesi sabırdır, surete tapanların kıblesi taştan yapılan suret.
- قبلهی معنیوران صبر و درنگ ** قبلهی صورتپرستان نقش سنگ
- Bâtın âleminde oturanların kıblesi lûtuf ve ihsan sahibi Allah’dır, zâhire tapanların kıblesi kadın yüzü. 1900
- قبلهی باطننشینان ذوالمنن ** قبلهی ظاهرپرستان روی زن
- Böylece eski yeni... Say dur. Usanırsan yürü, işine bak!
- همچنین برمیشمر تازه و کهن ** ور ملولی رو تو کار خویش کن
- Bizim rızkımız, altın kâse içindeki şarap, köpeklerin rızkı, yal yedikleri yere dökülen tutamaç suyu.
- رزق ما در کاس زرین شد عقار ** وآن سگان را آب تتماج و تغار
- Ne huyla huylandırdıysak ona lâyıksın. Seni o rızk için göndermişizdir.
- لایق آنک بدو خو دادهایم ** در خور آن رزق بفرستادهایم
- Onu ekmeğe âşık ettik, o huyu verdik ona. Bunu sevgiliye âşık ettik, sarhoş yaptık, bu huyu verdik buna.
- خوی آن را عاشق نان کردهایم ** خوی این را مست جانان کردهایم
- Huyundan razıysan, hoşlanıyorsan neden ondan kaçıyorsun öyleyse? 1905
- چون به خوی خود خوشی و خرمی ** پس چه از درخورد خویت میرمی
- Dişilik hoşuna gittiyse çarşafa gir. Rüstemlikten hoşlanıyorsan al hançeri!
- مادگی خوش آمدت چادر بگیر ** رستمی خوش آمدت خنجر بگیر
- Bu sözün sonu yoktur. O yoksul da yoksulluk derdiyle arıkladı, gücü kuvveti kalmadı.
- این سخن پایان ندارد وآن فقیر ** گشته است از زخم درویشی عقیر
- Yoksulun üstünde “Bir kubbenin yanında dur, yüzünü kıbleye çevir,bir ok at,nereye düşerse orada define vardır” yazılı bir kağıdı ele geçirmesi
- قصهی آن گنجنامه کی پهلوی قبهای روی به قبله کن و تیر در کمان نه بینداز آنجا کی افتد گنجست
- Bir gece rüyasında gördü. Ne rüyası, rüya nerede? Doğru özlü sofi, uyumadan rüya görür.
- دید در خواب او شبی و خواب کو ** واقعهی بیخواب صوفیراست خو
- Hâtif ona dedi ki: Ey bir çok yorgunluklar görmüş er, kâğıtçılarda bir kâğıt ara.
- هاتفی گفتش کای دیده تعب ** رقعهای در مشق وراقان طلب
- Komşun olan kâğıtçıda gizlidir o. Kâğıtlarını ele al. 1910
- خفیه زان وراق کت همسایه است ** سوی کاغذپارههاش آور تو دست
- Onların arasında şu şekilde, şu renkte bir kâğıt var. Onu gizle bir yerde oku.
- رقعهای شکلش چنین رنگش چنین ** بس بخوان آن را به خلوت ای حزین
- Oğul, onu kâğıtçıdan çaldın mı kalabalıktan, iyi kötü adamlardan bir kenara çekil.
- چون بدزدی آن ز وراق ای پسر ** پس برون رو ز انبهی و شور و شر
- Yalnızca oku. Okurken kimseyi yanında bulundurma.
- تو بخوان آن را به خود در خلوتی ** هین مجو در خواندن آن شرکتی
- İş yayılır, ortaya düşerse bile dertlenme. O defineden senden başka hiç kimsecik, bir arpa bile alamaz.
- ور شود آن فاش هم غمگین مشو ** که نیابد غیر تو زان نیم جو
- Elde etmen uzarsa sakın ümitsizlenme. Her an “ Allahdan ümit kesmeyin” âyetini vird edin. 1915
- ور کشد آن دیر هان زنهار تو ** ورد خود کن دم به دم لاتقنطوا
- O muştucu, bunu söyleyip elini, adamın göğsüne koydu, hadi dedi, yürü, zahmet çek!
- این بگفت و دست خود آن مژدهور ** بر دل او زد که رو زحمت ببر
- O genç, dalgınlık âleminden kendine gelince ferahından âdeta dünyaya sığmıyordu.
- چون به خویش آمد ز غیبت آن جوان ** مینگنجید از فرح اندر جهان
- Allah’nın koruması ve lûtfu olmasaydı sevincinden çatlayacaktı doğrusu.
- زهرهی او بر دریدی از قلق ** گر نبودی رفق و حفظ و لطف حق
- Öyle bir sevinmişti ki. Kulağı, altı yüz perdenin ardından Allah sesini duymuştu.
- یک فرح آن کز پس شصد حجاب ** گوش او بشنید از حضرت جواب
- İşitme duygusu, perdeleri aşmış, başını yüceltmiş, feleği geçmişti. 1920
- از حجب چون حس سمعش در گذشت ** شد سرافراز و ز گردون بر گذشت
- Öyle bir an olur ki insanın görüş duygusu, ibret ıssı olur, gaip perdesinden bile geçer.
- که بود کان حس چشمش ز اعتبار ** زان حجاب غیب هم یابد گذار
- Duyguları, perdeyi aştı mı artık birbiri ardına ve boyuna görür, duyar.
- چون گذاره شد حواسش از حجاب ** پس پیاپی گرددش دید و خطاب
- Adam, kâğıtçı dükkânına geldi. Meşk kâğıtlarına el attı.
- جانب دکان وراق آمد او ** دست میبرد او به مشقش سو به سو
- O yazılı kâğıt, çabucak gözüne ilişti, Hâtif’in söylediği âlametlerin hepside o kâğıtta vardı.
- پیش چشمش آمد آن مکتوب زود ** با علاماتی که هاتف گفته بود
- Kâğıdı koltuğuna koyup hayırlı pazarlar olsun usta, ben gidiyorum artık, dedi. 1925
- در بغل زد گفت خواجه خیر باد ** این زمان وا میرسم ای اوستاد
- Tenha bir bucağa çekildi, kâğıdı okudu. Âdeta şaşırdı kaldı.
- رفت کنج خلوتی و آن را بخواند ** وز تحیر واله و حیران بماند
- Bir definenin yerini göstermekte olan böyle bir değer biçilmez kâğıt, meşk kâğıtlarının arasına nasıl girmişti?
- که بدین سان گنجنامهی بیبها ** چون فتاده ماند اندر مشقها
- Sonra aklına şu geldi: Her şeyi koruyan, Allahdır.
- باز اندر خاطرش این فکر جست ** کز پی هر چیز یزدان حافظست
- Koruyucu Allah, nasıl olur da birisinin, abes yere bir şey aşırmasına müsaade eder?
- کی گذارد حافظ اندر اکتناف ** که کسی چیزی رباید از گزاف
- Ova, baştanbaşa altınla, para ile dolu olsa hiç kimse, Allahnın izni olmadıkça bir arpa bile alamaz. 1930
- گر بیابان پر شود زر و نقود ** بی رضای حق جوی نتوان ربود
- Tutulmadan, kekelemeden yüzlerce kitap okusan Allah taktir etmediyse aklında hiçbir şey kalmaz.
- ور بخوانی صد صحف بی سکتهای ** بی قدر یادت نماند نکتهای
- Fakat Allah’ya kulluk edersen bir kitap bile okumadan yeninden, yakandan duyulmadık bilgiler bulursun.
- ور کنی خدمت نخوانی یک کتاب ** علمهای نادره یابی ز جیب
- Musa’nın avucu, koynundan ziyalandı, nurlar saçtı; nuru, gökyüzündeki aydan da üstündü.
- شد ز جیب آن کف موسی ضو فشان ** کان فزون آمد ز ماه آسمان
- Bu heybetli gökyüzünden dilediğin, ey Musa, koynundan baş gösterdi.
- کانک میجستی ز چرخ با نهیب ** سر بر آوردستت ای موسی ز جیب
- Bil ki yüce gökler, insanın anladığı şeylerin aksidir; gökler, o akisten ibarettir. 1935
- تا بدانی که آسمانهای سمی ** هست عکس مدرکات آدمی
- Yüce ulu Allah’nın eli, iki âlemden de önce aklı yaratmadı mı?
- نی که اول دست برد آن مجید ** از دو عالم پیشتر عقل آفرید
- Bu söz, hem apaçıktır, hem de pek gizli. Çünkü sinek, ankaya mahrem olamaz.
- این سخن پیدا و پنهانست بس ** که نباشد محرم عنقا مگس
- Oğul, yine hikâyeye dön de defineyle o yoksulun kıssasını tamamla.
- باز سوی قصه باز آ ای پسر ** قصهی گنج و فقیر آور به سر
- Yoksul ve definenin bulunduğu yer
- تمامی قصهی آن فقیر و نشان جای آن گنج
- Kâğıtta şu yazılıydı: Bil ki şehrin dışında bir define var.
- اندر آن رقعه نبشته بود این ** که برون شهر گنجی دان دفین
- İçinde mezar olan filân kubbe var ya. Hani arkası şehre, kapısı Ferkat yıldızına karşı. 1940
- آن فلان قبه که در وی مشهدست ** پشت او در شهر و در در فدفدست
- O türbeyi ardına al, yüzünü kıbleye çevir. Sonra yayla bir ok at.
- پشت با وی کن تو رو در قبله آر ** وانگهان از قوس تیری بر گذار
- Kutlu kişi, yaydan oku attın mı okun düştüğü yeri kaz!
- چون فکندی تیر از قوس ای سعاد ** بر کن آن موضع که تیرت اوفتاد
- O yiğit kuvvetli bir yay aldı, oku boşluğa doğru attı.
- پس کمان سخت آورد آن فتی ** تیر پرانید در صحن فضا
- Derhal kazma kürek getirdi. Sevine,sevine okunun düştüğü yeri kazmaya koyuldu.
- زو تبر آورد و بیل او شاد شاد ** کند آن موضع که تیرش اوفتاد
- Hem kendi körleşti, hem kazması, küreği. Fakat gizli defineden hiçbir eser görünmedi. 1945
- کند شد هم او و هم بیل و تبر ** خود ندید از گنج پنهانی اثر
- Böylece her gün ok atıyor, düştüğü yeri kazıyor, fakat bir türlü definenin yerini bulamıyordu.
- همچنین هر روز تیر انداختی ** لیک جای گنج را نشناختی
- Bunu âdet edindi. Daima orayı burayı kazıp durduğundan şehre bir dedikodudur yayıldı, iş halkın ağzına düştü.
- چونک این را پیشه کرد او بر دوام ** فجفجی در شهر افتاد و عوام
- Definenin halkın ağzına düşmesi ve padişah tarafından duyulması
- فاش شدن خبر این گنج و رسیدن به گوش پادشاه
- Pusuda duran, fırsat gözleyen adamlar, bu işi padişaha haber verdiler.
- پس خبر کردند سلطان را ازین ** آن گروهی که بدند اندر کمین