- O elbise Tanrı nurundan bir sabra nail olmuştur, dokumasında can nuru vardır.
- کان کسا از نور صبری یافتست ** نور جان در تار و پودش تافتست
- Böyle bir hırkadan başka bir şeyle korunamazsın. Nurumuza, ondan başka hiçbir şey tahammül edemez.
- جز چنین خرقه نخواهد شد صوان ** نور ما را بر نتابد غیر آن
- Kafdağı bile o nura mâni olmaya kalkışsa o nur, Kafdağı’nı da Tur gibi parçalar dedi. 3065
- کوه قاف ار پیش آید بهرسد ** همچو کوه طور نورش بر درد
- Erlerin bedenlerine Tanrı kudretinin yüceliği öyle bir tahammül vermiştir ki neliksiz niteliksiz Tanrı nuruna dayanırlar.
- از کمال قدرت ابدان رجال ** یافت اندر نور بیچون احتمال
- Tur dağının zerresine tahammül etmediği nur, Tanrı kudretiyle bir sırçayı yer eder.
- آنچ طورش بر نتابد ذرهای ** قدرتش جا سازد از قارورهای
- Kandil duracak yer ve bir sırça kandil, Kafdağı ile Tur’u paramparça eden nura mekân olur.
- گشت مشکات و زجاجی جای نور ** که همیدرد ز نور آن قاف و طور
- Onların bedenlerini kandil konacak yer, gönüllerini de sırça bil. Bu kandilin nuru, arşa da vurur, göklere de.
- جسمشان مشکات دان دلشان زجاج ** تافته بر عرش و افلاک این سراج
- Arşın ve göklerin nuru, bu nura karşı şaşırıp kalır, kuşluk çağındaki yıldız gibi yok olur gider. 3070
- نورشان حیران این نور آمده ** چون ستاره زین ضحی فانی شده
- Peygamberlerin sonuncusu, bunu hiçbir an zevali olmayan padişahlar padişahından nakletmiştir.
- زین حکایت کرد آن ختم رسل ** از ملیک لا یزال و لم یزل
- Tanrı demiştir ki: Ben göklere, boşluğa, yüce akıllarla nefislere sığmadım da,
- که نگنجیدم در افلاک و خلا ** در عقول و در نفوس با علا
- Konuk gibi vardım, müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum.
- در دل مومن بگنجیدم چو ضیف ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف
- Bu gönül vasıtası ile yücelerde bulunanlar da benden padişahlılar, baht ve devletler bulurlar, aşağıda bulunanlar da.
- در دل مومن بگنجیدم چو ضیف ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف
- Böyle bir ayna olmadıkça güzelliğinden hiçbir şey görünmez, ne yeryüzünde, ne de zaman içinde nurum tecelli etmez. 3075
- بیچنین آیینه از خوبی من ** برنتابد نه زمین و نه زمن
- İki âleme de merhamet atını sürdüm de geniş bir ayna düzdüm.
- بر دو کون اسپ ترحم تاختیم ** پس عریض آیینهای بر ساختیم
- Her an bu aynadan elli düğün halkı doyar. Aynayı işit fakat nasıldır? Sorma!
- هر دمی زین آینه پنجاه عرس ** بشنو آیینه ولی شرحش مپرس
- Hâsılı Musa’da bu elbiseden nikap yaptı, yüzünü örttü. Çünkü o yay gibi parlak nurun tesirini anlamıştı.
- حاصل این کزلبس خویشش پرده ساخت ** که نفوذ آن قمر را میشناخت
- Elbisesinden başka bir şeyden nikap yapsaydı sağlam ve yüce bir dağ olsa, hatta dağdan da sağlam bulunsa yine paramparça olurdu.
- گر بدی پرده ز غیر لبس او ** پاره گشتی گر بدی کوه دوتو
- Tanrı nuru demir duvarlardan bile geçtikten sonra artık nikap ona ne yapabilir? 3080
- ز آهنین دیوارها نافذ شدی ** توبره با نور حق چه فن زدی
- O nikap, hararetli bir ârifin coşkunluk zamanındaki hırkasına benziyordu âdeta.
- گشته بود آن توبره صاحب تفی ** بود وقت شور خرقهی عارفی
- Kav, önce yakılır, alıştırılır da ondan sonra ateş alır.
- زان شود آتش رهین سوخته ** کوست با آتش ز پیش آموخته
- O doğru yolu gösteren nurun aşkıyla Safura, iki gözünü de yele verdi.
- وز هوا و عشق آن نور رشاد ** خود صفورا هر دو دیده باد داد
- Önce bir gözünü kapatıp baktı, Musa’nın gözündeki nuru görünce o gözü uçtu, kör oldu.
- اولا بر بست یک چشم و بدید ** نور روی او و آن چشمش پرید
- Ondan sonra sabrı kalmadı, o gözünü de açıp baktı, öbür gözünü de o ayın uğruna harcadı. 3085
- بعد از آن صبرش نماند و آن دگر ** بر گشاد و کرد خرج آن قمر
- Savaş eri de önce yoksulara ekmek verir. Fakat ibadet nuru ona vurdu mu canını bağışlar.
- همچنان مرد مجاهد نان دهد ** چون برو زد نور طاعت جان دهد
- Bir kadın Safura’ya, “O nergis gibi gözlerin elden gitti, acıklanıyor musun?” diye sordu.
- پس زنی گفتش ز چشم عبهری ** که ز دستت رفت حسرت میخوری
- Safura dedi ki: Yüz binlerce gözüm olsaydı da hepsini feda etseydim. Fakat ne fayda, yok ki! Buna acıklanıyorum.
- گفت حسرت میخورم که صد هزار ** دیده بودی تا همیکردم نثار
- Göz pencerem, ayın nuru ile yıkıldı ama ay, define gibi bu yıkık yeri yurt edindi.
- روزن چشمم ز مه ویران شدست ** لیک مه چون گنج در ویران نشست
- Define, artık bu yıkık yurdu, ev mi, dam mı, düşünmeye vakit bırakır mı? 3090
- کی گذارد گنج کین ویرانهام ** یاد آرد از رواق و خانهام
- Yusuf sokaktan geçerken yüzünün nuru her evin kafesinden içeri vururdu.
- نور روی یوسفی وقت عبور ** میفتادی در شباک هر قصور
- Evdekiler, Yusuf bir yere gidiyor yine derlerdi.
- پس بگفتندی درون خانه در ** یوسفست این سو به سیران و گذر
- Köşede bucakta oturanlarda duvarda bir nur gördüler mi Yusuf’un geçtiğini anlarlardı.
- زانک بر دیوار دیدندی شعاع ** فهم کردندی پس اصحاب بقاع
- O tarafa penceresi bulunan ev, Yusuf’un geçişişinden ululanır, şeref bulurdu.
- خانهای را کش دریچهست آن طرف ** دارد از سیران آن یوسف شرف
- Hadi Yusuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak! 3095
- هین دریچه سوی یوسف باز کن ** وز شکافش فرجهای آغاز کن
- Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemali ile aydınlanır.
- عشقورزی آن دریچه کردنست ** کز جمال دوست سینه روشنست
- Şu halde daima sevgilinin yüzüne bak. Babacığım, dinle, bu senin elindedir.
- پس هماره روی معشوقه نگر ** این به دست تست بشنو ای پدر
- Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak.
- راه کن در اندرونها خویش را ** دور کن ادراک غیراندیش را
- Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin!
- کیمیا داری دوای پوست کن ** دشمنان را زین صناعت دوست کن
- Güzelleştin mi o güzele ulaşırsın da o, ruhu kimsesizlikten kurtarır. 3100
- چون شدی زیبا بدان زیبا رسی ** که رهاند روح را از بیکسی
- Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir.
- پرورش مر باغ جانها را نمش ** زنده کرده مردهی غم را دمش
- Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit saltanatlar bağışlar.
- نه همه ملک جهان دون دهد ** صد هزاران ملک گوناگون دهد
- Tanrı, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
- بر سر ملک جمالش داد حق ** ملکت تعبیر بیدرس و سبق
- Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.
- ملکت حسنش سوی زندان کشید ** ملکت علمش سوی کیوان کشید
- Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi. 3105
- شه غلام او شد از علم و هنر ** ملک علم از ملک حسن استودهتر
- Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebriz’e gelmesi
- رجوع کردن به حکایت آن شخص وام کرده و آمدن او به امید عنایت آن محتسب سوی تبریز
- O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti.
- آن غریب ممتحن از بیم وام ** در ره آمد سوی آن دارالسلام
- Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
- شد سوی تبریز و کوی گلستان ** خفته اومیدش فراز گل ستان
- Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.
- زد ز دارالملک تبریز سنی ** بر امیدش روشنی بر روشنی
- O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusuf’un kokusunu alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.
- جانش خندان شد از آن روضهی رجال ** از نسیم یوسف و مصر وصال
- Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi, yoksulluğun uçup gitti. 3110
- گفت یا حادی انخ لی ناقتی ** جاء اسعادی و طارت فاقتی
- Çök ey devem, işler güzelleşti. Şüphe yok ki Tebriz, gönüllerin çöktükleri bir yurttur.
- ابرکی یا ناقتی طاب الامور ** ان تبریزا مناخات الصدور
- Ey devem bahçelerin kenarlarında yayıl. Tebriz, bize ne güzel de bir feyiz yeri ya!
- اسرحی یا ناقتی حول الریاض ** ان تبریزا لنا نعم المفاض