English    Türkçe    فارسی   

6
3071-3120

  • Peygamberlerin sonuncusu, bunu hiçbir an zevali olmayan padişahlar padişahından nakletmiştir.
  • زین حکایت کرد آن ختم رسل  ** از ملیک لا یزال و لم یزل 
  • Tanrı demiştir ki: Ben göklere, boşluğa, yüce akıllarla nefislere sığmadım da,
  • که نگنجیدم در افلاک و خلا  ** در عقول و در نفوس با علا 
  • Konuk gibi vardım, müminin gönlünde keyfiyetsiz, mahiyeti anlaşılmaz bir şekilde yurt tuttum, oraya konuk oldum.
  • در دل مومن بگنجیدم چو ضیف  ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف 
  • Bu gönül vasıtası ile yücelerde bulunanlar da benden padişahlılar, baht ve devletler bulurlar, aşağıda bulunanlar da.
  • در دل مومن بگنجیدم چو ضیف  ** بی ز چون و بی چگونه بی ز کیف 
  • Böyle bir ayna olmadıkça güzelliğinden hiçbir şey görünmez, ne yeryüzünde, ne de zaman içinde nurum tecelli etmez. 3075
  • بی‌چنین آیینه از خوبی من  ** برنتابد نه زمین و نه زمن 
  • İki âleme de merhamet atını sürdüm de geniş bir ayna düzdüm.
  • بر دو کون اسپ ترحم تاختیم  ** پس عریض آیینه‌ای بر ساختیم 
  • Her an bu aynadan elli düğün halkı doyar. Aynayı işit fakat nasıldır? Sorma!
  • هر دمی زین آینه پنجاه عرس  ** بشنو آیینه ولی شرحش مپرس 
  • Hâsılı Musa’da bu elbiseden nikap yaptı, yüzünü örttü. Çünkü o yay gibi parlak nurun tesirini anlamıştı.
  • حاصل این کزلبس خویشش پرده ساخت  ** که نفوذ آن قمر را می‌شناخت 
  • Elbisesinden başka bir şeyden nikap yapsaydı sağlam ve yüce bir dağ olsa, hatta dağdan da sağlam bulunsa yine paramparça olurdu.
  • گر بدی پرده ز غیر لبس او  ** پاره گشتی گر بدی کوه دوتو 
  • Tanrı nuru demir duvarlardan bile geçtikten sonra artık nikap ona ne yapabilir? 3080
  • ز آهنین دیوارها نافذ شدی  ** توبره با نور حق چه فن زدی 
  • O nikap, hararetli bir ârifin coşkunluk zamanındaki hırkasına benziyordu âdeta.
  • گشته بود آن توبره صاحب تفی  ** بود وقت شور خرقه‌ی عارفی 
  • Kav, önce yakılır, alıştırılır da ondan sonra ateş alır.
  • زان شود آتش رهین سوخته  ** کوست با آتش ز پیش آموخته 
  • O doğru yolu gösteren nurun aşkıyla Safura, iki gözünü de yele verdi.
  • وز هوا و عشق آن نور رشاد  ** خود صفورا هر دو دیده باد داد 
  • Önce bir gözünü kapatıp baktı, Musa’nın gözündeki nuru görünce o gözü uçtu, kör oldu.
  • اولا بر بست یک چشم و بدید  ** نور روی او و آن چشمش پرید 
  • Ondan sonra sabrı kalmadı, o gözünü de açıp baktı, öbür gözünü de o ayın uğruna harcadı. 3085
  • بعد از آن صبرش نماند و آن دگر  ** بر گشاد و کرد خرج آن قمر 
  • Savaş eri de önce yoksulara ekmek verir. Fakat ibadet nuru ona vurdu mu canını bağışlar.
  • هم‌چنان مرد مجاهد نان دهد  ** چون برو زد نور طاعت جان دهد 
  • Bir kadın Safura’ya, “O nergis gibi gözlerin elden gitti, acıklanıyor musun?” diye sordu.
  • پس زنی گفتش ز چشم عبهری  ** که ز دستت رفت حسرت می‌خوری 
  • Safura dedi ki: Yüz binlerce gözüm olsaydı da hepsini feda etseydim. Fakat ne fayda, yok ki! Buna acıklanıyorum.
  • گفت حسرت می‌خورم که صد هزار  ** دیده بودی تا همی‌کردم نثار 
  • Göz pencerem, ayın nuru ile yıkıldı ama ay, define gibi bu yıkık yeri yurt edindi.
  • روزن چشمم ز مه ویران شدست  ** لیک مه چون گنج در ویران نشست 
  • Define, artık bu yıkık yurdu, ev mi, dam mı, düşünmeye vakit bırakır mı? 3090
  • کی گذارد گنج کین ویرانه‌ام  ** یاد آرد از رواق و خانه‌ام 
  • Yusuf sokaktan geçerken yüzünün nuru her evin kafesinden içeri vururdu.
  • نور روی یوسفی وقت عبور  ** می‌فتادی در شباک هر قصور 
  • Evdekiler, Yusuf bir yere gidiyor yine derlerdi.
  • پس بگفتندی درون خانه در  ** یوسفست این سو به سیران و گذر 
  • Köşede bucakta oturanlarda duvarda bir nur gördüler mi Yusuf’un geçtiğini anlarlardı.
  • زانک بر دیوار دیدندی شعاع  ** فهم کردندی پس اصحاب بقاع 
  • O tarafa penceresi bulunan ev, Yusuf’un geçişişinden ululanır, şeref bulurdu.
  • خانه‌ای را کش دریچه‌ست آن طرف  ** دارد از سیران آن یوسف شرف 
  • Hadi Yusuf’un geçeceği tarafa bir pencere aç da oraya otur, seyrine bak! 3095
  • هین دریچه سوی یوسف باز کن  ** وز شکافش فرجه‌ای آغاز کن 
  • Âşık olmak, o yana bir pencere açmaktır. Çünkü gönül, dostun cemali ile aydınlanır.
  • عشق‌ورزی آن دریچه کردنست  ** کز جمال دوست سینه روشنست 
  • Şu halde daima sevgilinin yüzüne bak. Babacığım, dinle, bu senin elindedir.
  • پس هماره روی معشوقه نگر  ** این به دست تست بشنو ای پدر 
  • Gönüllere girmeye yol bul, başkalarını düşünmeyi bırak.
  • راه کن در اندرونها خویش را  ** دور کن ادراک غیراندیش را 
  • Kimya elinde, deriyi bununla tedavi et de bu sıfatla düşmanları kendine dost edin!
  • کیمیا داری دوای پوست کن  ** دشمنان را زین صناعت دوست کن 
  • Güzelleştin mi o güzele ulaşırsın da o, ruhu kimsesizlikten kurtarır. 3100
  • چون شدی زیبا بدان زیبا رسی  ** که رهاند روح را از بی‌کسی 
  • Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir.
  • پرورش مر باغ جانها را نمش  ** زنده کرده مرده‌ی غم را دمش 
  • Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit saltanatlar bağışlar.
  • نه همه ملک جهان دون دهد  ** صد هزاران ملک گوناگون دهد 
  • Tanrı, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
  • بر سر ملک جمالش داد حق  ** ملکت تعبیر بی‌درس و سبق 
  • Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.
  • ملکت حسنش سوی زندان کشید  ** ملکت علمش سوی کیوان کشید 
  • Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi. 3105
  • شه غلام او شد از علم و هنر  ** ملک علم از ملک حسن استوده‌تر 
  • Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebriz’e gelmesi
  • رجوع کردن به حکایت آن شخص وام کرده و آمدن او به امید عنایت آن محتسب سوی تبریز 
  • O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti.
  • آن غریب ممتحن از بیم وام  ** در ره آمد سوی آن دارالسلام 
  • Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
  • شد سوی تبریز و کوی گلستان  ** خفته اومیدش فراز گل ستان 
  • Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.
  • زد ز دارالملک تبریز سنی  ** بر امیدش روشنی بر روشنی 
  • O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusuf’un kokusunu alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.
  • جانش خندان شد از آن روضه‌ی رجال  ** از نسیم یوسف و مصر وصال 
  • Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi, yoksulluğun uçup gitti. 3110
  • گفت یا حادی انخ لی ناقتی  ** جاء اسعادی و طارت فاقتی 
  • Çök ey devem, işler güzelleşti. Şüphe yok ki Tebriz, gönüllerin çöktükleri bir yurttur.
  • ابرکی یا ناقتی طاب الامور  ** ان تبریزا مناخات الصدور 
  • Ey devem bahçelerin kenarlarında yayıl. Tebriz, bize ne güzel de bir feyiz yeri ya!
  • اسرحی یا ناقتی حول الریاض  ** ان تبریزا لنا نعم المفاض 
  • Ey deveci develerin yükünü çöz. Burası Tebriz şehri, gül bahçelerinin bulunduğu yer.
  • ساربانا بار بگشا ز اشتران  ** شهر تبریزست و کوی گلستان 
  • Bu bağda cennet parlaklığı, cennet güzelliği var. Bu Tebriz’de arş nuru var.
  • فر فردوسیست این پالیز را  ** شعشعه‌ی عرشیست این تبریز را 
  • Her an Tebrizlilere arşın yücesinden cana canlar katan bir koku gelmededir. 3115
  • هر زمانی نور روح‌انگیز جان  ** از فراز عرش بر تبریزیان 
  • O garip, muhtesibin evini arayınca halk dediler ki: O dost, vefat etti.
  • چون وثاق محتسب جست آن غریب  ** خلق گفتندش که بگذشت آن حبیب 
  • Evvelsi gün dünya yurdundan göçtü. Onun ölümü yüzünden erkeğin yüzü de sapsarı, kadının yüzü de.
  • او پریر از دار دنیا نقل کرد  ** مرد و زن از واقعه‌ی او روی‌زرد 
  • O arş tavusuna hatiflerden arş kokusu geldi, o da arşa gitti.
  • رفت آن طاوس عرشی سوی عرش  ** چون رسید از هاتفانش بوی عرش 
  • Halk, onun gölgesine sığınırdı. Fakat güneş, o gölgeyi tez tez dürüverdi.
  • سایه‌اش گرچه پناه خلق بود  ** در نوردید آفتابش زود زود 
  • Evvelsi gün, bu kıyıdan gemisini sürdü. O büyük zat, bu gam yurduna doymuştu zaten. 3120
  • راند او کشتی ازین ساحل پریر  ** گشته بود آن خواجه زین غم‌خانه سیر