English    Türkçe    فارسی   

6
4315-4364

  • Filan yerde, filan mahallede gömülüdür diye görürüm, der demez adam kendine geldi. Çünkü bekçi, kendisinin mahallesini söylüyordu. 4315
  • در فلان سوی و فلان کویی دفین  ** بود آن خود نام کوی این حزین 
  • Bekçi sözüne devam etti: Yürü derler, filanın evinde o define. Adam büsbütün ayıldı. Çünkü o düşman, kendisinin evini ve adını söylemekteydi.
  • هست در خانه‌ی فلانی رو بجو  ** نام خانه و نام او گفت آن عدو 
  • Bekçi söylüyordu: Ben defalarca bu rüyayı gördüm. Bağdat’ta böyle bir define var dediler de,
  • دیده‌ام خود بارها این خواب من  ** که به بغدادست گنجی در وطن 
  • Bu hayale kapılıp yerimden bile kıpırdamadım. Sense hiç usanmadan bir rüyaya kapılıp buralara kadar geliyorsun.
  • هیچ من از جا نرفتم زین خیال  ** تو به یک خوابی بیایی بی‌ملال 
  • Ahmak adamın rüyası da aklınca olur; aklı gibi değersizdir, bir şeye yaramaz.
  • خواب احمق لایق عقل ویست  ** هم‌چو او بی‌قیمتست و لاشیست 
  • Bil ki aklı ve ruhu da zayıf olduğu için kadının rüyası, erkeğin rüyasından daha aşağıdır, daha değersizdir. 4320
  • خواب زن کمتر ز خواب مرد دان  ** از پی نقصان عقل و ضعف جان 
  • Aklı kıt ve ahmak adamın rüyasında bir kıymet olmaz. Akılsızlıktan ne çıkar? Yel gibi bir rüya!
  • خواب ناقص‌عقل و گول آید کساد  ** پس ز بی‌عقلی چه باشد خواب باد 
  • Adam kendi kendine, define evimdeymiş de neden yoksulluktan feryad ederim?
  • گفت با خود گنج در خانه‌ی منست  ** پس مرا آن‌جا چه فقر و شیونست 
  • Definenin başında yoksulluktan ölüyormuşum. Ne kadar da gaflet içindeymişim, ne kadar da perde ardındaymışım, gözüm örtülüymüş, dedi.
  • بر سر گنج از گدایی مرده‌ام  ** زانک اندر غفلت و در پرده‌ام 
  • Bu muştuluktan sarhoş oldu, derdi kalmadı. Dilsiz, dudaksız yüz binlerce hamd okudu.
  • زین بشارت مست شد دردش نماند  ** صد هزار الحمد بی لب او بخواند 
  • İçinden nasibine ermek için bu sıkıntıya uğramam lazımmış. Halbuki abıhayat, benim meyhanemdeymiş. 4325
  • گفت بد موقوف این لت لوت من  ** آب حیوان بود در حانوت من 
  • Yürü, ben yüce bir nimete nail oldum. Kendimi müflis sanıyordum, o körlüğe rağmen bu nimeti buldum.
  • رو که بر لوت شگرفی بر زدم  ** کوری آن وهم که مفلس بدم 
  • İster bana ahmak de, ister aşağılık bir adam. O define benim oldu ya, sen dilediğini söyle.
  • خواه احمق‌دان مرا خواهی فرو  ** آن من شد هرچه می‌خواهی بگو 
  • Ben şüphesiz olarak muradımı gördüm. A kötü ağızlı, sen ne istersen söyle.
  • من مراد خویش دیدم بی‌گمان  ** هرچه خواهی گو مرا ای بددهان 
  • Ey ulu er, sen bana dertli de. Sence dertliyim ama kendimce hoşum ben.
  • تو مرا پر درد گو ای محتشم  ** پیش تو پر درد و پیش خود خوشم 
  • Eğer bu iş aksine olsaydı da sana gül bahçesi, bana hor hakir bir yet kesilseydi ne yapardım, vay bana dedi. 4330
  • وای اگر بر عکس بودی این مطار  ** پیش تو گلزار و پیش خویش راز 
  • Örnek
  • مثل 
  • Aşağılık bir adam, bir gün yoksulun birine dedi ki: Burada seni kimse bilmiyor.
  • گفت با درویش روزی یک خسی  ** که ترا این‌جا نمی‌داند کسی 
  • Yoksul, "Yabancıyım, bilmiyebilir. Fakat ben kim olduğunu biliyorum ya.
  • گفت او گر می‌نداند عامیم  ** خویش را من نیک می‌دانم کیم 
  • İş aksi olsaydı, dertlere, yaralara uğr asaydı m, o görseydi de ben kör olsaydım, kendimi görmeseydim ne yapardım?
  • وای اگر بر عکس بودی درد و ریش  ** او بدی بینای من من کور خویش 
  • İstersen beni ahmak say. Ahmağım, fakat talihini iyi. Talihli olmak, inattan, ısrardan daha iyidir.
  • احمقم گیر احمقم من نیک‌بخت  ** بخت بهتر از لجاج و روی سخت 
  • Bu söylediğin söz, senin zannına göre. Yoksa talihim, aklıma da yardım eder benim" dedi. 4335
  • این سخن بر وفق ظنت می‌جهد  ** ورنه بختم داد عقلم هم دهد 
  • Adamın, muradını bulduğundan ve işin hiçbir aklın ve fikrin eremeyeceği bir tarzda düzeldiğine şaşarak sevine sevine, Tanrı' ya şükrede ede memleketine dönmesi
  • بازگشتن آن شخص شادمان و مراد یافته و خدای را شکر گویان و سجده کنان و حیران در غرایب اشارات حق و ظهور تاویلات آن در وجهی کی هیچ عقلی و فهمی بدانجا نرسد 
  • Adam, Tanrı'ya secdeler, rükûlar ederek, hamiklerde, şükürlerde bulunarak Mısır' dan ta Bağdat' a döndü.
  • باز گشت از مصر تا بغداد او  ** ساجد و راکع ثناگر شکرگو 
  • Bütün yolda muradına böyle ters taraftan eriştiğine, maksadının böyle tuhaf bir tarzda elde edildiğine şaşıyor, sarhoş bir halde yol yürüyordu.
  • جمله ره حیران و مست او زین عجب  ** ز انعکاس روزی و راه طلب 
  • Diyordu ki: Beni nereden ümitlendirdi, nereden mal mülk verdi?
  • کر کجا اومیدوارم کرده بود  ** وز کجا افشاند بر من سیم و سود 
  • Bu ne hikmetti ki murat kıblemi başka yerde sandım, yolumu yitirim, neşeli bir halde evimden çıktım.
  • این چه حکمت بود که قبله‌ی مراد  ** کردم از خانه برون گمراه و شاد 
  • Koşa koşa sapıklık yoluna düştüm. Her an dileğimden biraz daha uzaklaşıyormuşum meğerse. 4340
  • تا شتابان در ضلالت می‌شدم  ** هر دم از مطلب جداتر می‌بدم 
  • Sonradan yine Tanrı, o sapıklığı, keremiyle lütuf haline getirdi, beni doğru yola götürmeye vesile etti.
  • باز آن عین ضلالت را به جود  ** حق وسیلت کرد اندر رشد و سود 
  • Sapıklığı iman yolu yapar, eğri gidişi ihsan mahsulünün devşirme çağı kılar.
  • گمرهی را منهج ایمان کند  ** کژروی را محصد احسان کند 
  • Bu suretle de hiçbir ihsan sahibinin korkudan emin olmamasını, hiçbir hainin de ricadan el çekmemesini diler.
  • تا نباشد هیچ محسن بی‌وجا  ** تا نباشد هیچ خاین بی‌رجا 
  • Kendisine gizli lütuf sahibi densin diye zehir içine tiryak gizler.
  • اندرون زهر تریاق آن حفی  ** کرد تا گویند ذواللطف الخفی 
  • Namazda bile gizli olmayan lütuf ve keremi, namazda bile bulunmayan o yargılamayı günaha vermiştir. 4345
  • نیست مخفی در نماز آن مکرمت  ** در گنه خلعت نهد آن مغفرت 
  • İnkâr edenler, güvenilir, yüce kişileri aşağılamayı kasdettiler. Fakat bu aşağılama, yüceliğin tâ kendisi oldu, mucizelerin zuhuruna sebep kesildi.
  • منکران را قصد اذلال ثقات  ** ذل شده عز و ظهور معجزات 
  • Onların inkârdan kasıtları, dini aşağılamaydı; fakat bu aşağılamanın ta kendisi, peygamberlerin yüceliğini izhar etti.
  • قصدشان ز انکار ذل دین بده  ** عین ذل عز رسولان آمده 
  • Kötü kişilerin inkârı olmasaydı mucizenin meydana gelmesine ne lüzum vardı?
  • گر نه انکار آمدی از هر بدی  ** معجزه و برهان چرا نازل شدی 
  • İnkâr eden düşman, doğrunun ispatını istemeseydi kadı, tanık istemeye kalkışır mıydı?
  • خصم منکر تا نشد مصداق‌خواه  ** کی کند قاضی تقاضای گواه 
  • Mucize, dâva sahibinin doğruluğunu şüphesiz olarak ispat eden bir tanıktır. 4350
  • معجزه هم‌چون گواه آمد زکی  ** بهر صدق مدعی در بی‌شکی 
  • Hakikati tanıyamayanlar, peygamberleri kınadılar da Tanrı, o yüzden onlara lûtufta bulundu, mucizeler verdi.
  • طعن چون می‌آمد از هر ناشناخت  ** معجزه می‌داد حق و می‌نواخت 
  • Firavun'un hilesi, üç yüz kattı. Fakat hepsi de kendisinin aşağılanmasına, kökünün kazınmasına sebeboldu.
  • مکر آن فرعون سیصد تو بده  ** جمله ذل او و قمع او شده 
  • Musa'nın mucizesini bozmak, hiçlemek için iyi, kötü, bütün büyücüleri getirdi.
  • ساحران آورده حاضر نیک و بد  ** تا که جرح معجزه‌ی موسی کند 
  • Bu suretle asa mucizesini bâtıl ve rüsvay etmek, gönüllerdeki itibarını, kökünden söküp çıkarmak diledi.
  • تا عصا را باطل و رسوا کند  ** اعتبارش را ز دلها بر کند 
  • Halbuki o hile, Musa'nın mucizesinin zuhuruna sebeboldu, asanın itibarını bir kat daha artırdı. 4355
  • عین آن مکر آیت موسی شود  ** اعتبار آن عصا بالا رود 
  • Musa ile kavmini mahvetmek için Nil kıyısına kadar asker çekti.
  • لشکر آرد او پگه تا حول نیل  ** تا زند بر موسی و قومش سبیل 
  • Halbuki bu, Musa ümmetinin emin olmasına, kendisinin yerin dibine, helak çölüne gitmesine sebeboldu.
  • آمنی امت موسی شود  ** او به تحت‌الارض و هامون در رود 
  • Firavun, Mısır'da kalsaydı, oraya gelmeseydi Musa kavminin vehmi, nasıl geçerdi?
  • گر به مصر اندر بدی او نامدی  ** وهم از سبطی کجا زایل شدی 
  • Ardlarına düştü, Musa kavmini âdeta eritti, yaktı yandırdı. Tanrı, bu suretle emniyet, bil ki korkudandır dedi.
  • آمد و در سبط افکند او گداز  ** که بدانک امن در خوفست راز 
  • Gizli lütuf ona derler ki hiçbir şeye muhtaç olmayan Tanrı, ateş gösterir, halbuki nurdur. 4360
  • آن بود لطف خفی کو را صمد  ** نار بنماید خود آن نوری بود 
  • Tanrı' dan çekinen kişiye mükâfatta bulunmak, gizli ve olmayacak bir şey değildir. Sen, hataya düşen büyücülere, hatalarından sonra ettiği lûtfa bak.
  • نیست مخفی مزد دادن در تقی  ** ساحران را اجر بین بعد از خطا 
  • Sevip beslerken vuslata eriştirme, umulmayacak şey değildir. Halbuki o, büyücülerin ellerini, ayaklarını kestirirken onları vuslatına eriştirdi.
  • نیست مخفی وصل اندر پرورش  ** ساحران را وصل داد او در برش 
  • Yürüyen ayakları olan kişinin yürüyüp gezmesi tabiîdir. Sen, büyücülerin ayakları kesildiği halde yürümelerini seyret!
  • نیست مخفی سیر با پای روا  ** ساحران را سیر بین در قطع پا 
  • Arifler, kan denizinden geçip gitmişlerdir de o yüzden daimî bir emniyet içindedirler.
  • عارفان زانند دایم آمنون  ** که گذر کردند از دریای خون