- İki kardeşi dediler ki: Canımızda, gökteki yıldızlar gibi yol gösteren öğütler var.
- آن دو گفتندش که اندر جان ما ** هست پاسخها چو نجم اندر سما
- Söylemesek oyun, düzgün gelmeyecek. Söylesek gönlün dertlenecek.
- گر نگوییم آن نیاید راست نرد ** ور بگوییم آن دلت آید به درد
- Söyleme yüzünden sudaki kurbağa gibi elemlere düştük. Susma yüzünden de dertleniyor, âdeta boğuluyoruz.
- همچو چغزیم اندر آب از گفت الم ** وز خموشی اختناقست و سقم
- Söylemesek barışın, düzenin nuru yok bizce. Söylesek sözümüze uymayacaksın.
- گر نگوییم آتشی را نور نیست ** ور بگوییم آن سخن دستور نیست
- Onlar, böyle söyleyip dururken ağabeyleri birden yerinden sıçradı; kardeşler dedi, elveda. Dünya da değersiz bir şey, dünyadaki şeyler de. 4390
- در زمان برجست کای خویشان وداع ** انما الدنیا و ما فیها متاع
- Yaydan ok fırlar gibi sıçradı. O anda söz söylemeye mecal yoktu zaten.
- پس برون جست او چو تیری از کمان ** که مجال گفت کم بود آن زمان
- Sarhoş bir halde Çin padişahının huzuruna geldi. Sarhoşçasına derhal yeri öptü.
- اندر آمد مست پیش شاه چین ** زود مستانه ببوسید او زمین
- Zaten onların derdi ve titreyişi, önceden de bir bir padişaha malûmdu, sonradan da.
- شاه را مکشوف یک یک حالشان ** اول و آخر غم و زلزالشان
- Koyun, otlakta otlamakla oyalanır ama çoban, koyunun halini bilir.
- میش مشغولست در مرعای خویش ** لیک چوپان واقفست از حال میش
- "Hepiniz çobansınız ve size tâbi olanlardan mesulsünüz" diyen, sürünün halini bilir. Ot mu otluyor, yoksa bir savaşa mı düştü? Bundan haberdardır. 4395
- کلکم راع بداند از رمه ** کی علفخوارست و کی در ملحمه
- Görünüşte sürüden uzaktadır ama tef gibi düğünün içindedir.
- گرچه در صورت از آن صف دور بود ** لیک چون دف در میان سور بود
- Onların yanışından, alevinden haberdardır. Yalnız öylece durması lâzımdır da onun için aldırmaz gibi görünür.
- واقف از سوز و لهیب آن وفود ** مصلحت آن بد که خشک آورده بود
- O yüce padişah da onların içindeydi âdeta. Fakat mahsustan kendisini bilmiyor göstermekteydi.
- در میان جانشان بود آن سمی ** لک قاصد کرده خود را اعجمی
- Tencerenin sonu, ateşin görünüşüne bağlıdır. Fakat ateşin mânası, hakikati, tesiri, tencerenin canındadır.
- صورت آتش بود پایان دیگ ** معنی آتش بود در جان دیگ
- Sureti dışardadır, mânası içerde. Candan sevilen sevgilinin hakikati, kan gibi damarların içindedir. 4400
- صورتش بیرون و معنیش اندرون ** معنی معشوق جان در رگ چو خون
- Şehzade, padişahın huzurunda diz çöktü. On tane muarrif, onun halini anlatmaya koyuldu.
- شاهزاده پیش شه زانو زده ** ده معرف شارح حالش شده
- Padişah, önceden onu, geçirdiği ahvali tamamiyle biliyordu ama muarrif de kendisine verilen vazifeyi yapmaktaydı.
- گرچه شه عارف بد از کل پیش پیش ** لیک میکردی معرف کار خویش
- Ey temiz adam, gönlündeki bir zerre irfan nuru, yüzlerce muarriften iyidir.
- در درون یک ذره نور عارفی ** به بود از صد معرف ای صفی
- Kulağını muarrife vermek, perde ardında olmaya, vehme, zanna düşmeye delildir.
- گوش را رهن معرف داشتن ** آیت محجوبیست و حزر و ظن
- Kim can gözüyle görürse gözü, her şeyi apaçık görür. 4405
- آنک او را چشم دل شد دیدبان ** دید خواهد چشم او عین العیان
- Canı, halkın tevatürüyle kanaat etmez, inancı, gönül gözünden meydana gelir.
- با تواتر نیست قانع جان او ** بل ز چشم دل رسد ایقان او
- Hâsılı muarrif, o seçilmiş padişahın huzurunda onun ahvalini anlatmak için ağzını açtı.
- پس معرف پیش شاه منتجب ** در بیان حال او بگشود لب
- Dedi ki: Padişahım, bu, senin ihsanına avlanmış; dışarıya atılmaya lâyık değil. Padişahlıkta bulun.
- گفت شاها صید احسان توست ** پادشاهی کن که بی بیرون شوست
- Elini, bu devletin terkisine atmış. Onun sarhoş başını elinle okşa.
- دست در فتراک این دولت زدست ** بر سر سرمست او بر مال دست
- Padişah dedi ki: 8u delikanlı, ne mevki isterse, hangi ülkeyi dilerse vereceğim. 4410
- گفت شه هر منصبی و ملکتی ** که التماسش هست یابد این فتی
- Terkettiği malın, mülkün yirmi katını, fazlasıyla ona bağışlayacağım.
- بیست چندان ملک کو شد زان بری ** بخشمش اینجا و ما خود بر سری
- Muarrif dedi ki: Senin padişahlığın, onun gönlüne aşk tohumunu ekeli senin sevginden başka bir havaya kapılmasına imkân mı var?
- گفت تا شاهیت در وی عشق کاشت ** جز هوای تو هوایی کی گذاشت
- Senin kulluğun, onu öyle bir hale getirmiştir ki padişahlık bile artık gönlüne soğuk gelmede.
- بندگی تش چنان درخورد شد ** که شهی اندر دل او سرد شد
- Padişahlığı da oynamış, yutulmuştur, şehzadeliği de. Senin ardına düşmüş, bir garip olmuştur.
- شاهی و شهزادگی در باختست ** از پی تو در غریبی ساختست
- O, âdeta bir sofidir, vecde gelmiş, hırkasını atmıştır. Artık bir daha hırkasını alır mı hiç? 4415
- صوفیست انداخت خرقه وجد در ** کی رود او بر سر خرقه دگر
- Verdiği hırkayı almak, pişman olmak, ben aldanmışım;
- میل سوی خرقهی داده و ندم ** آنچنان باشد که من مغبون شدم
- Arkadaş, o hırkayı tekrar bana ver. Ulaştığım vecit, bu hırkaya değmez demektir.
- باز ده آن خرقه این سو ای قرین ** که نمیارزید آن یعنی بدین
- Bu fikir, âşıktan pek uzaktır. Âşık, böyle bir düşünceye düşmez. Eğer ona böyle bir düşünce gelirse toprak başına!
- دور از عاشق که این فکر آیدش ** ور بیاید خاک بر سر بایدش
- Aşk, diri olan, duygusu ve aklı bulunan yüzlerce beden hırkasına değer.
- عشق ارزد صد چو خرقه کالبد ** که حیاتی دارد و حس و خرد
- Hele şu sonu olmayan dünya mülkünün hırkası nedir ki? Ancak beş kuruşçuk eden sarhoşluğu bile bir baş ağrısıdır. 4420
- خاصه خرقهی ملک دنیا کابترست ** پنج دانگ مستیش درد سرست
- Dünya mülkü, bedene tapanlara helâldir. Bizse zevali olmayan aşk saltanatına kuluz.
- ملک دنیا تنپرستان را حلال ** ما غلام ملک عشق بیزوال
- Padişahım, bu delikanlı aşk valisidir. Onu azletme. Kendi aşkından başka bir şeyle oyalama onu.
- عامل عشقست معزولش مکن ** جز به عشق خویش مشغولش مکن
- Senin yüzünü göstermeyen mevki, âdi bir mevkidir. Makamdır ama hakikatte azledilmenin ta kendisidir o.
- منصبی کانم ز ریت محجبست ** عین معزولیست و نامش منصبست
- Şimdiye kadar buraya gelmemesindeki, geç kalmasındaki sebep, istidadının olmaması ve bedeninin arık bulunmasıydı.
- موجب تاخیر اینجا آمدن ** فقد استعداد بود و ضعف فن
- Hazırlığın olmadan bir madene bile gitsen bir habbe alamazsın. 4425
- بی ز استعداد در کانی روی ** بر یکی حبه نگردی محتوی
- Hani erkekliği olmayan adamın kız alması gibi. Tutalım kız pek güzel, gümüş gibi bedeni var, ona ne fayda?
- همچو عنینی که بکری را خرد ** گرچه سیمینبر بود کی بر خورد
- Zeytinyağı ve fitili konmamış kandil, ne çok bir aydınlık verir, ne az!
- چون چراغی بی ز زیت و بی فتیل ** نه کثیرستش ز شمع و نه قلیل
- Burnu koku almıyan biri, gül bahçesine girse o güzel kokulardan bir neşe almaz ki.
- در گلستان اندر آید اخشمی ** کی شود مغزش ز ریحان خرمی
- Bu iş, bir namussuzun önündeki güzele, bir sağırın yanında çalınan cenk ve barbet sesine benzer.
- همچو خوبی دلبری مهمان غر ** بانگ چنگ و بربطی در پیش کر
- Karada yaşayan kuş, denize dalsa helak olmadan başka eline ne geçer? 4430
- همچو مرغ خاک که آید در بحار ** زان چه یابد جز هلاک و جز خسار
- Buğdayı olmaksızın değirmene gidenin ancak saçı, sakalı ağarır, başka bir şey elde edemez.
- همچو بیگندم شده در آسیا ** جز سپیدی ریش و مو نبود عطا
- Felek değirmeni, buğdayı olmayanların saçını, sakalını ağartır, kendilerini zayıflatır.
- آسیای چرخ بر بیگندمان ** موسپیدی بخشد و ضعف میان
- Fakat biz, bu değirmene buğdayımızla geldik. Bu değirmen, bize mal mülk bağışlar, iş güç verir.
- لیک با باگندمان این آسیا ** ملکبخش آمد دهد کار و کیا
- Önce cennete girmeye istidat gerek ki cennetten bir dirlik elde edesin.
- اول استعداد جنت بایدت ** تا ز جنت زندگانی زایدت
- Yeni doğmuş çocuk, şaraptan, kebaptan, köşklerden, kubbelerden ne anlar? 4435
- طفل نو را از شراب و از کباب ** چه حلاوت وز قصور و از قباب