English    Türkçe    فارسی   

6
4709-4758

  • Hintli; Kıpçak; Rum ülkesinin halkı ve Habeş... Hepsi de mezarlarında hoş bir halde aynı renktedir.
  • هندو و قفچاق و رومی و حبش  ** جمله یک رنگ‌اند اندر گور خوش 
  • Buna dikkat et de o rengin, o güzelliğin tamamiyle bir yüz örtüsünden ibaret olduğunu, iğreti bir şey bulunduğunu bil. 4710
  • تا بدانی کان همه رنگ و نگار  ** جمله روپوشست و مکر و مستعار 
  • Bâkir renk ancak Tanrı rengidir. Ondan başka renkler, bil ki çan gibi iğreti ve bağlantıdır.
  • رنگ باقی صبغة الله است و بس  ** غیر آن بر بسته دان هم‌چون جرس 
  • İbadet edenlerdeki doğruluk, takva ve yakîn rengi, ebediyen bakidir.
  • رنگ صدق و رنگ تقوی و یقین  ** تا ابد باقی بود بر عابدین 
  • Şüphe, küfran ve nifak rengi de âsiler için ebedîdir.
  • رنگ شک و رنگ کفران و نفاق  ** تا ابد باقی بود بر جان عاق 
  • Asi Firavun' un yüz karası gibi hani. Bedeni geçip gitmiştir ama rengi bakidir.
  • چون سیه‌رویی فرعون دغا  ** رنگ آن باقی و جسم او فنا 
  • Doğruların güzel yüzlerindeki nur, bedenleri yok olsa da kıyamet gününe kadar kalır. 4715
  • برق و فر روی خوب صادقین  ** تن فنا شد وان به جا تو یومن دین 
  • İşte ancak güzel o güzeldir, çirkin o çirkin. Daima o günler durur, buysa somurtur kalır.
  • زشت آن زشتست و خوب آن خوب و بس  ** دایم آن ضحاک و این اندر عبس 
  • Tanrı, toprağa bir renk, bir parlaklık verir, onu mücevher haline getirir. Çocuk tabiatlı olanları da onlara düşürür, savaşa sokar.
  • خاک را رنگ و فن و سنگی دهد  ** طفل‌خویان را بر آن جنگی دهد 
  • Hamurdan deve ve aslan şekillerinde çörekler pişirirler. Çocuklar, onları görünce hırslarından ellerini dişlerler.
  • از خمیری اشتر وشیری پزند  ** کودکان از حرص آن کف می‌گزند 
  • Fakat ağızda aslan da ekmek olur, deve de. Fakat çocuklara bu söz, tesir etmez ki.
  • شیر و اشتر نان شود اندر دهان  ** در نگیرد این سخن با کودکان 
  • Çocuk, bilgisizlik, zan ve şüphe içindedir. Allaha şükürler olsun ki kuvveti azdır yoksa. 4720
  • کودک اندر جهل و پندار و شکیست  ** شکر باری قوت او اندکیست 
  • Şükürler olsun ki hilesi ve gücü yoktur. Yoksa çocuğun yüzlerce savaşı ve âfeti vardır.
  • طفل را استیزه و صد آفتست  ** شکر این که بی‌فن و بی‌قوتست 
  • Eyvah bu, kuvvetleriyle her rakibe belâ kesilen edepsiz koca bebeklerden!
  • وای ازین پیران طفل ناادیب  ** گشته از قوت بلای هر رقیب 
  • Silâhla bilgisizlik bir araya gelince Firavun, sitemle bütün dünyayı yakar yandırır.
  • چون سلاح و جهل جمع آید به هم  ** گشت فرعونی جهان‌سوز از ستم 
  • Ey yoksul, yoksullukla Firavunluktan, kâfirlikten kurtuldun, şükret.
  • شکر کن ای مرد درویش از قصور  ** که ز فرعونی رهیدی وز کفور 
  • Şükret ki mazlumsun, zâlim değilsin. Firavunluktan ve sınanmadan eminsin. 4725
  • شکر که مظلومی و ظالم نه‌ای  ** آمن از فرعونی و هر فتنه‌ای 
  • Boş karın, Allahlık lâfına giremez. Onun ateşine odun yardım edemez.
  • اشکم تی لاف اللهی نزد  ** که آتشش را نیست از هیزم مدد 
  • Boş karın, şeytanın zindanıdır. Çünkü ekmek derdi, onun hilesine, düzenine mânidir.
  • اشکم خالی بود زندان دیو  ** کش غم نان مانعست از مکر و ریو 
  • Dolu karın, bil ki şeytanın pazarıdır. Şeytan tacirleri orada gürültü eder dururlar.
  • اشکم پر لوت دان بازار دیو  ** تاجران دیو را در وی غریو 
  • Hiçbir şey satmayan büyücü tacirler, gürültüyle akılları bulandırır, berbadederler.
  • تاجران ساحر لاشی‌فروش  ** عقل‌ها را تیره کرده از خروش 
  • Geceleyin büyü yaparak küpü at gibi yürütürler. Ay ışığıyla sabaha karşı olan karanlığı kumaş haline getirirler. 4730
  • خم روان کرده ز سحری چون فرس  ** کرده کرباسی ز مهتاب و غلس 
  • İbrişim gibi toprağı örerler; temyiz sahibinin gözüne toprak serperler.
  • چون بریشم خاک را برمی‌تنند  ** خاک در چشم ممیز می‌زنند 
  • Kokusuz yaban ağacına ödağacı rengini verirler. Taş ve toprak parçasını bize hoş gösterirler, bizi hasetçi yaparlar.
  • چندلی را رنگ عودی می‌دهند  ** بر کلوخیمان حسودی می‌دهند 
  • Noksan sıfatlardan temizdir o Tanrı ki toprağa bir renk verir, çocuk gibi bizi ona kaptırır, birbirimize düşürür.
  • پاک آنک خاک را رنگی دهد  ** هم‌چو کودکمان بر آن جنگی دهد 
  • Eteğimizi çocuklar gibi toprakla doldururuz. Bizim gözümüzle o toprak, madenden çıkmış altın görünür.
  • دامنی پر خاک ما چون طفلکان  ** در نظرمان خاک هم‌چون زر کان 
  • Çocuğun, yetişmiş erlere karşı bir mecali yoktur. Tanrı çocuğu erkeklerle bir araya koymaz, bir derecede tutmaz ki. 4735
  • طفل را با بالغان نبود مجال  ** طفل را حق کی نشاند با رجال 
  • Meyva, eski olsa bile ham buludukça, olmadıkça ona koruk derler.
  • میوه گر کهنه شود تا هست خام  ** پخته نبود غوره گویندش به نام 
  • O ham ve ekşi meyva, yüz yıllık bile olsa fikri çevik ve keskin kişiye nazaran yine çocuktur, yine koruktur.
  • گر شود صدساله آن خام ترش  ** طفل و غوره‌ست او بر هر تیزهش 
  • Saçı, sakalı ağarsa bile yine korku ve ümit çocukluğundan kurtulmamıştır.
  • گرچه باشد مو و ریش او سپید  ** هم در آن طفلی خوفست و امید 
  • Der ki: Acaba olgunlaşır mıyım, yoksa böyle olgunlaşmadan ham mı kalırım? Acaba Tanrı' nın keremi, beni kızdırır, olgun bir hale getirir mi?
  • که رسم یا نارسیده مانده‌ام  ** ای عجب با من کند کرم آن کرم 
  • Yoksa böyle kabiliyetsiz bir halde, bu uzaklık âleminde mi kalırım? Yahut da Tanrı bu koruğu üzüm haline getirir mi? 4740
  • با چنین ناقابلی و دوریی  ** بخشد این غوره‌ی مرا انگوریی 
  • Hiçbir yandan ümidim yok. Yalnız o kerem sahibi "Meyus olmayın" der.
  • نیستم اومیدوار از هیچ سو  ** وان کرم می‌گویدم لا تیاسوا 
  • Hakanımız, bize daima toy vermede, "Ümidinizi kesmeyin" diye kulağımızı çekmededir.
  • دایما خاقان ما کردست طو  ** گوشمان را می‌کشد لا تقنطوا 
  • Gerçi biz ümitsizlik yüzünden çukurdayız. Fakat o çağırdı mı elimizi, kolumuzu sallaya sallaya gideriz.
  • گرچه ما زین ناامیدی در گویم  ** چون صلا زد دست اندازان رویم 
  • Ruhumuza huzur verecek olan otlağa koşarken tez, edepli ve terbiyeli atlar gibi yürürüz.
  • دست اندازیم چون اسپان سیس  ** در دویدن سوی مرعای انیس 
  • Oraya adım atarız ama orada yürünmez, adım atılmaz ki. Orada kadeh düzeriz ama orada kadeh yoktur. 4745
  • گام اندازیم و آن‌جا گام نی  ** جام پردازیم و آن‌جا جام نی 
  • Çünkü orada bütün eşya can âlemine mahsustur. Hepsi de mâna âleminde, mâna içinde mânadır.
  • زانک آن‌جا جمله اشیا جانیست  ** معنی اندر معنی اندر معنیست 
  • Suret gölgedir, mâna güneş. Gölgesiz ışık, yıkık yerlerdedir.
  • هست صورت سایه معنی آفتاب  ** نور بی‌سایه بود اندر خراب 
  • Çünkü orada tuğla üstünde tuğla kalmaz. Ayın ışığına çirkin bir gölge yoktur.
  • چونک آنجا خشت بر خشتی نماند  ** نور مه را سایه‌ی زشتی نماند 
  • Tuğla ve kerpiç, altından bile olsa sökülüp çıkarılmalıdır. Çünkü onun yerine aydınlık ve vahiy gelir.
  • خشت اگر زرین بود بر کندنیست  ** چون بهای خشت وحی و روشنیست 
  • Dağ, bu gölgeyi gidermek için paramparça olur. Fakat dağın paramparça olması bile bu nur için ehemmiyetsiz bir şeydir. 4750
  • کوه بهر دفع سایه مندکست  ** پاره گشتن بهر این نور اندکست 
  • Hiçbir şeye muhtaç olmayan Tanrı nuru, dağın dışına vurunca o nur, içine de vursun diye parçalandı.
  • بر برون که چو زد نور صمد  ** پاره شد تا در درونش هم زند 
  • Aç adamın eline bir somun girdi mi hevesinden gözünü de açar, ağzını da.
  • گرسنه چون بر کفش زد قرص نان  ** وا شکافد از هوس چشم و دهان 
  • Bu hal, yüz binlerce defa paramparça olmaya değer. Ey yeryüzü, gökyüzüne karşı durma, kalk aradan!
  • صد هزاران پاره گشتن ارزد این  ** از میان چرخ برخیز ای زمین 
  • Kalk da göğün nuru, gölgeleri yaksın. Ey gündüzün düşmanı, gece, senin gölgenden meydana gelmede.
  • تا که نور چرخ گردد سایه‌سوز  ** شب ز سایه‌ی تست ای یاغی روز 
  • Bu yeryüzü, çocukların beşiğine benzer. Fakat erişmiş erler için daracık bir yerdir. 4755
  • این زمین چون گاهواره‌ی طفلکان  ** بالغان را تنگ می‌دارد مکان 
  • Tanrı, çocuklar için yeryüzüne beşik dedi. Beşik içindeki çocuklara da süt saçtı.
  • بهر طفلان حق زمین را مهد خواند  ** شیر در گهواره بر طفلان فشاند 
  • Bu beşikler yüzünden ev daraldı, Padişahım. Bu çocukları çabuk ergenlik çağına eriştir.
  • خانه تنگ آمد ازین گهواره‌ها  ** طفلکان را زود بالغ کن شها 
  • Ey beşik, evi daraltma da ergenler, yayılabilsinler.
  • ای گواره خانه را ضیق مدار  ** تا تواند کرد بالغ انتشار 
  • Padişahın himmetiyle şehzadenin gönlünde bir keşif ve istiğna peydahlandı. Bu yüzden de vesveselenip şükür etmeden çekindi, serkeşliğe başladı. Padişah, ilham ve sır yoluyla bunu anladı. Canı sıkıldı. Ruhu, suretinin haberi olmaksızın şehzadeye bir zahim vurdu.
  • وسوسه‌ای کی پادشاه‌زاده را پیدا شد از سبب استغنایی و کشفی کی از شاه دل او را حاصل شده بود و قصد ناشکری و سرکشی می‌کرد شاه را از راه الهام و سر شاه را خبر شد دلش درد کرد روح او را زخمی زد چنانک صورت شاه را خبر نبود الی آخره