English    Türkçe    فارسی   

2
284-308

  • حق فرستاد انبیا را با ورق ** تا گزید این دانه‌ها را بر طبق
  • Allah, bu taneleri ayırıp tabağa koysunlar diye kitaplar verdi, peygamberler gönderdi.
  • پیش از ایشان ما همه یکسان بدیم ** کس ندانستی که ما نیک و بدیم‏ 285
  • Peygamberler, gelmeden önce hepsi bir görünmekteydi. Mümin, kâfir, Müslüman, çıfıt… Zahiren hepsi birdi.
  • قلب و نیکو در جهان بودی روان ** چون همه شب بود و ما چون شب روان‏
  • Âlemde kalp akçayla sağlam akça bir yürümekteydi. Çünkü ortalık tamamıyla geceydi, biz de gece yolcularına benziyorduk.
  • تا بر آمد آفتاب انبیا ** گفت ای غش دور شو صافی بیا
  • Peygamberlerin güneşi doğunca “Ey karışık, uzaklaş! Ey saf, beri gel” dedi.
  • چشم داند فرق کردن رنگ را ** چشم داند لعل را و سنگ را
  • Rengi göz ayırt edebilir; lâl’i, taşı göz bilebilir.
  • چشم داند گوهر و خاشاک را ** چشم را ز آن می‏خلد خاشاکها
  • İnciyi, süprüntüyü göz anlar. Onun için çerçöp göze batar.
  • دشمن روزند این قلابکان ** عاشق روزند آن زرهای کان‏ 290
  • Bu kalpazanlar, gündüze düşmandır. Fakat madendeki altınlar gündüze âşıktır.
  • ز آن که روز است آینه‏ی تعریف او ** تا ببیند اشرفی تشریف او
  • Çünkü gündüz, kuyumcu ve sarraf, altını fark etsin diye altına aynadır.
  • حق قیامت را لقب ز آن روز کرد ** روز بنماید جمال سرخ و زرد
  • Kırmızı yüzle sarı yüzü gündüz gösterdiğinden Allah, kıyamete Gün lâkabını taktı.
  • پس حقیقت روز سر اولیاست ** روز پیش ماهشان چون سایه‏هاست‏
  • Hakikatte gündüz, velilerin sırrıdır. Gündüz, onların aylarına nispetle gölgelere benzer.
  • عکس راز مرد حق دانید روز ** عکس ستاریش شام چشم دوز
  • Gündüzü, Allah erinin sırrının aksi bilin; gözü örten akşamı da onun ayıp örtücülüğünün aksi.
  • ز آن سبب فرمود یزدان و الضحی ** و الضحی‏ نور ضمیر مصطفی‏ 295
  • Allah onun için “Vedduha” buyurdu. “Vedduha”, Mustafa’nın gönlünün nurudur.
  • قول دیگر کین ضحی را خواست دوست ** هم برای آنکه این هم عکس اوست
  • Allah, kuşluk zamanını sevdi derler ya. Bu söz de, kuşluk çağı, onun aksi olduğundandır.
  • ور نه بر فانی قسم گفتن خطاست ** خود فنا چه لایق گفت خداست‏
  • Yoksa fâni olan şeye yemin etmek hatadır. Böyle olduğu halde fâni şeyin Allah’ın sözüne girmesi lâyık olur mu?
  • لا أحب الآفلین گفت آن خلیل ** کی فنا خواهد از این رب جلیل‏
  • Halil “ Ben fâni olanları sevmem” dedi Halil böyle derse Ulu Allah nasıl olur da fâni şeyi diler, sever?
  • باز و اللیل است ستاری او ** و آن تن خاکی زنگاری او
  • “Velleyl” den maksat yine Mustafa’nın ayıp örtücülüğü, toprağa mensup olan cismidir.
  • آفتابش چون بر آمد ز آن فلک ** با شب تن گفت هین ما ودعک‏ 300
  • Bu kuşluk çağının güneşi o, gökten doğdu da gece gibi olan tene “Seni Rabb’in terk etmedi” dedi.
  • وصل پیدا گشت از عین بلا ** ز آن حلاوت شد عبارت ما قلی‏
  • Belanın ta kendisinden vuslat meydana geldi; “ Sana darılmadı da” sözü de o tatlılıktan zuhur etti.
  • هر عبارت خود نشان حالتی است ** حال چون دست و عبارت آلتی است‏
  • Esasen her söz bir halete alâmettir. Hâl ele benzer, söz de alete.
  • آلت زرگر به دست کفشگر ** همچو دانه‏ی کشت کرده ریگ در
  • Kuyumcunun aleti, kunduracının elinde kuma ekilmiş tohuma döner.
  • و آلت اسکاف پیش برزگر ** پیش سگ کاه استخوان در پیش خر
  • Çiftçinin yanında kunduracının aleti, köpeğin, önünde saman, eşeğin önünde kemik gibidir.
  • بود انا الحق در لب منصور نور ** بود انا الله در لب فرعون زور 305
  • “Enel Hakk” sözü, Mansur’un ağzında nurdu. “Enallah” sözü, Firavunun ağzında yalan!
  • شد عصا اندر کف موسی گوا ** شد عصا اندر کف ساحر هبا
  • Sopa, Musa’nın elinde doğruluğuna şahit oldu, sihirbazın elindeyse bir şeye yaramadı.
  • زین سبب عیسی بدان همراه خود ** در نیاموزید آن اسم صمد
  • İsa, bu yüzden yoldaşına Tek Allah’ın o yüce adını belletmedi.
  • کاو نداند نقص بر آلت نهد ** سنگ بر گل زن تو آتش کی جهد
  • Çünkü bilmez de alete noksan bulur. Taşı, toprağa vur. Hiç ateş çıkar mı?