English    Türkçe    فارسی   

4
1670-1719

  • گفت موسی سحر هم حیران‌کنیست ** چون کنم کین خلق را تمییز نیست 1670
  • Musa, büyü de insanı şaşırtır... Ben ne yapayım ne işleyeyim? Halk, mucizeyle büyüyü ayırt edemez ki dedi.
  • گفت حق تمییز را پیدا کنم ** عقل بی‌تمییز را بینا کنم
  • Allah dedi ki: O fark edişi ben onlarda izhar eder, doğruyu eğriyi ayırt edemeyen aklı görür, bilir bir hale getiririm.
  • گرچه چون دریا برآوردند کف ** موسیا تو غالب آیی لا تخف
  • Onlar deniz gibi köpürdüler ama korkma ya Musa, sen üstün olacaksın!
  • بود اندر عهده خود سحر افتخار ** چون عصا شد مار آنها گشت عار
  • Sihir, zamanında övünülecek bir şeydi... Fakat asâ ejderha olunca bütün sihirler utanılır bir şey oluverdi!
  • هر کسی را دعوی حسن و نمک ** سنگ مرگ آمد نمکها را محک
  • Herkes güzellik şirinlik dâvasındadır ama şirinliklere mihenk taşı ölümdür!
  • سحر رفت و معجزه‌ی موسی گذشت ** هر دو را از بام بود افتاد طشت 1675
  • Büyü de geçti gitti, Musa’nın mucizesi de... Her ikisinin de varlık damından leğenleri düştü!
  • بانگ طشت سحر جز لعنت چه ماند ** بانگ طشت دین به جز رفعت چه ماند
  • Büyü leğeninin sesinden yalnız lanet kaldı; din leğeninin sesinden de yalnız yücelik!
  • چون محک پنهان شدست از مرد و زن ** در صف آ ای قلب و اکنون لاف زن
  • Mihenk taşı, erkekte de yok, kadında da... O gizli kalmış; artık ey kalp, gel, safa karış da lâf et, tam sırası!
  • وقت لافستت محک چون غایبست ** می‌برندت از عزیزی دست دست
  • Lâfın tam zamanı şimdi... Çünkü mihenk yok ortada, artık seni yüce tutarlar, elden ele gezersin ey kalp!
  • قلب می‌گوید ز نخوت هر دمم ** ای زر خالص من از تو کی کمم
  • Kalp her an gururlanır da der ki ben daima senin gibiyim a altın... ne vakit senden aşağıyım ki?
  • زر همی‌گوید بلی ای خواجه‌تاش ** لیک می‌آید محک آماده باش 1680
  • Altında evet ey kapı yoldaşı, der... Fakat mihenk geliyor hazırlan hele!
  • مرگ تن هدیه‌ست بر اصحاب راز ** زر خالص را چه نقصانست گاز
  • Bedenin ölümü, sır ehli için bir hediyedir... Halis altına makastan ne noksan gelir ki?
  • قلب اگر در خویش آخربین بدی ** آن سیه که آخر شد او اول شدی
  • Kalp, eğer sonuna baksaydı sonradan kararacağına önceden kararırdı:
  • چون شدی اول سیه اندر لقا ** دور بودی از نفاق و از شقا
  • Önceden kararınca da nifaktan, kötülükten uzak kalırdı.
  • کیمیای فضل را طالب بدی ** عقل او بر زرق او غالب بدی
  • Fazilet ve ihsan kimyasını isteseydi aklı, hilesinden üstün olurdu.
  • چون شکسته‌دل شدی از حال خویش ** جابر اشکستگان دیدی به پیش 1685
  • Gönlü kırık bir hale gelince de kendisini anlar, kırıkları düzelten Allah’ı önünde görürdü.
  • عاقبت را دید و او اشکسته شد ** از شکسته‌بند در دم بسته شد
  • Davacı, sonunu görünce kırık, sınık bir hale gelir de derhal bağlanır, sarılır, kırıklığı geçiverir!
  • فضل مسها را سوی اکسیر راند ** آن زراندود از کرم محروم ماند
  • Allah ihsanı, bakırları iksire doğru sürer götürür... Fakat o altın yaldızlı, bu ihsandan mahrum kalır.
  • ای زراندوده مکن دعوی ببین ** که نماند مشتریت اعمی چنین
  • Ey altın yaldızlı, davaya kalkışma da sana müşteri olan hep böyle kör kalmaz, sen onu gör!
  • نور محشر چشمشان بینا کند ** چشم بندی ترا رسوا کند
  • Mahşer nuru, onların gözlerini açar... Onların gözlerini sen bağlıyordun ya... Bu yüzden rüsvay olursun sen!
  • بنگر آنها را که آخر دیده‌اند ** حسرت جانها و رشک دیده‌اند 1690
  • İşin sonunu gören, canların ve gözlerin hasedini çeken kişileri gör!
  • بنگر آنها را که حالی دیده‌اند ** سر فاسد ز اصل سر ببریده‌اند
  • Bir de bu günkü gören kişileri seyret! Bunlar, içleri bozuk kişilerdir... Asıldan baş çekmişler, ayrılmışlardır!
  • پیش حالی‌بین که در جهلست و شک ** صبح صادق صبح کاذب هر دو یک
  • Bugünü görenlere, bu yüzden bilgisizlikte ve şüphede kalanlara göre suphu sadıkla suphu kâzibin ikisi de birdir.
  • صبح کاذب صد هزاران کاروان ** داد بر باد هلاکت ای جوان
  • Suphu kâzip, yüz binlerce kervanı helak yeliyle süpürmüş, gitmiştir civanım!
  • نیست نقدی کش غلط‌انداز نیست ** وای آن جان کش محک و گاز نیست
  • Cihanda hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın... Vay o kişinin canına ki mihengi makası yoktur!
  • زجر مدعی از دعوی و امر کردن او را به متابعت
  • Dâvaya kalkışan kişiye, dâvadan geçmesi için ısrar ve peygamberlere uymasını emrediş
  • بو مسیلم گفت خود من احمدم ** دین احمد را به فن برهم زدم 1695
  • Ebu Süleyman dedi ki: ben de Ahmet’im... Ahmet’in dinini hileyle vurup kıracağım
  • بو مسیلم را بگو کم کن بطر ** غره‌ی اول مشو آخر نگر
  • Ebu Süleyman’a de ki: Pek kibirlenme, işin önüne bakıp böbürlenme, sonuna bak!
  • این قلاوزی مکن از حرص جمع ** پس‌روی کن تا رود در پیش شمع
  • Başına adam toplama hırsıyla kılavuzluğa kalkışma... Kılavuza uy, ardından git de önünde mum gidedursun, sen de yolunu gör!
  • شمع مقصد را نماید هم‌چو ماه ** کین طرف دانه‌ست یا خود دامگاه
  • Mum, ay gibi maksadını gösterir... bu tarafta tane var, yahut burası tuzak der!
  • گر بخواهی ور نخواهی با چراغ ** دیده گردد نقش باز و نقش زاغ
  • Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga izini görür, ayırt edersin!
  • ورنه این زاغان دغل افروختند ** بانگ بازان سپید آموختند 1700
  • Fakat mumun yoksa buna imkân yoktur. Çünkü bu kargalar hilekârdır... Akdoğanların seslerini öğrenmişlerdir.
  • بانگ هدهد گر بیاموزد فتی ** راز هدهد کو و پیغام سبا
  • Yiğit, hüthüdün sesini öğrense de nerede hüthüdün sesi, Seba’nın haberi?
  • بانگ بر رسته ز بر بسته بدان ** تاج شاهان را ز تاج هدهدان
  • Arızi sesi, asıl sesten bil... Padişahların taçları, hüthütlerin taçlarından alınmadır!
  • حرف درویشان و نکته‌ی عارفان ** بسته‌اند این بی‌حیایان بر زبان
  • Dervişlerin sözleriyle ariflerin nüktelerini şu hayâsızlar, dillerine dolamışlardır.
  • هر هلاک امت پیشین که بود ** زانک چندل را گمان بردند عود
  • Eski ümmetlerin helâk olması, hep katı taşı öd ağacı sanmalarındandır!
  • بودشان تمییز کان مظهر کند ** لیک حرص و آز کور و کر کند 1705
  • Onu anlayacak, meydana çıkaracak temyiz kabiliyetleri vardı ama hırs ve tamah, insanı kör ve sağır eder!
  • کوری کوران ز رحمت دور نیست ** کوری حرص است که آن معذور نیست
  • Körlerin körlüğü rahmetten uzak değildir, onlara acınır. Fakat hırs körlüğüne özür yoktur!
  • چارمیخ شه ز رحمت دور نی ** چار میخ حاسدی مغفور نی
  • Padişahın çarmıha gerdiği adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen bağışlanmaz!
  • ماهیا آخر نگر بنگر بشست ** بدگلویی چشم آخربینت بست
  • A balık, sonuna bak işin, oltaya değil! Fakat pisboğazlığın, senin işin sonunu gören gözünü kapattı!
  • با دو دیده اول و آخر ببین ** هین مباش اعور چو ابلیس لعین
  • İki gözle evveli sonu gör... Kendine gel, iblis gibi tek gözlü olma!
  • اعور آن باشد که حالی دید و بس ** چون بهایم بی‌خبر از بازپس 1710
  • Tek gözlü ona derler ki yalnız içinde bulunduğu hali görür... Hayvanlar gibi başka şeyden haberi yoktur.
  • چون دو چشم گاو در جرم تلف ** هم‌چو یک چشمست کش نبود شرف
  • Öküzün iki gözünü çıkarmanın cezası bir gözü çıkarma cezasıdır... Çünkü onda şeref yoktur ki!
  • نصف قیمت ارزد آن دو چشم او ** که دو چشمش راست مسند چشم تو
  • Öküzün iki gözü, değerinin yarısıdır... Çünkü onun iki gözle yapacağı şeyi, sen ona yaptırabilirsin!
  • ور کنی یک چشم آدم‌زاده‌ای ** نصف قیمت لایقست از جاده‌ای
  • Fakat bir insanın tek gözünü çıkarsan değerinin yarısını vermek gerek!
  • زانک چشم آدمی تنها به خود ** بی دو چشم یار کاری می‌کند
  • Zira insan gözü, başlı başına başka birinin yardımı olmaksızın bir iş görebilir!
  • چشم خر چون اولش بی آخرست ** گر دو چشمش هست حکمش اعورست 1715
  • Eşeğin gözü, işin sonunu görmediğinden eşek, çift gözlü olsa da tek gözlü hükmündedir.
  • این سخن پایان ندارد وان خفیف ** می‌نویسد رقعه در طمع رغیف
  • Bu sözün sonu yoktur... O hafif akıllı, ekmek tamahı ile padişaha mektup yazmaya koyuldu.
  • بقیه‌ی نوشتن آن غلام رقعه به طلب اجری
  • Nafaka istemek için kölenin padişaha mektup yazması
  • رفت پیش از نامه پیش مطبخی ** کای بخیل از مطبخ شاه سخی
  • Mektubu yazmadan mutfak eminine gitti... Ey cömert padişahın mutfağındaki hasis adam, dedi...
  • دور ازو وز همت او کین قدر ** از جری‌ام آیدش اندر نظر
  • Nafakamdan bu kadar şey kesmek padişahtan, padişahın himmetinden uzaktır!
  • گفت بهر مصلحت فرموده است ** نه برای بخل و نه تنگی دست
  • Mutfak emini dedi ki: öyle iktiza etmiştir de ondan kesmiştir... Ne hasisliktendir bu, ne de darlığından!