English    Türkçe    فارسی   

1
3149-3198

  • چون شود جانش محک نقدها ** پس ببیند قلب را و قلب را
  • Canı, nakitlerin mehengi olunca elbette ayarı sağlam olanı da görür, kalp olanı da.
  • نشاندن پادشاهان صوفیان عارف را پیش روی خویش تا چشمشان بدیشان روشن شود
  • Padişahların ârif sofileri karşılarına oturtması
  • پادشاهان را چنان عادت بود ** این شنیده باشی ار یادت بود 3150
  • Hatırlarsan duymuşsundur; padişahların böyle bir âdeti vardı:
  • دست چپشان پهلوانان ایستند ** ز آنکه دل پهلوی چپ باشد ببند
  • Sol taraflarında yiğitler, bahadırlar dururdu, çünkü kalp vücudun sol tarafındadır.
  • مشرف و اهل قلم بر دست راست ** ز آن که علم و خط و ثبت آن دست راست‌‌
  • Defterdarlarla hesap memurlarının ve kalem ehli olanların makamı sağ taraflarındaydı. Çünkü yazı yazmak ve bir şeyi tespit etmek sağ elin işidir.
  • صوفیان را پیش رو موضع دهند ** کاینه‌‌ی جان‌‌اند و ز آیینه بهند
  • Sofilere karşılarında yer verirlerdi. Zira onlar, can aynasıdırlar, hattâ aynadan da iyidirler.
  • سینه صیقلها زده در ذکر و فکر ** تا پذیرد آینه‌‌ی دل نقش بکر
  • Gönül aynasının fikir suretleri kabul etmesi o aynada bu görülmemiş suretlerin görünmesi için kalplerini zikirle, fikirle cilâlamışlardır.
  • هر که او از صلب فطرت خوب زاد ** آینه در پیش او باید نهاد 3155
  • Yaratılış sulbünden temiz ve güzel doğan kişinin önüne ayna koymak gerektir.
  • عاشق آیینه باشد روی خوب ** صیقل جان آمد و تقوی القلوب‌‌
  • Güzel yüz aynaya âşıktır. Güzel yüz, aynaya âşık olduğu gibi cana cilâ, kalplere de temizlik verir.
  • آمدن مهمان پیش یوسف علیه السلام و تقاضا کردن یوسف از او تحفه و ارمغان‌‌
  • Bir konuğun Yusuf-u Sıddıyk’a gelmesi, Yusuf’un ondan bir armağan istemesi
  • آمد از آفاق یار مهربان ** یوسف صدیق را شد میهمان‌‌
  • Uzak yerlerden bir merhametli dost, Yusuf-u Sıddıyk’a konuk oldu.
  • کآشنا بودند وقت کودکی ** بر وساده‌‌ی آشنایی متکی‌‌
  • Çocukluktan beri birbirlerini tanırlardı. Eskiden beri âşinalık yastığına yaslanmışlardı.
  • یاد دادش جور اخوان و حسد ** گفت کان زنجیر بود و ما اسد
  • Konukla, Yusuf’a kardeşlerinin yaptığı cefayı, onların hasetlerini konuştular. Yusuf “o haset ve cefa, zincirdi; biz de aslandık.
  • عار نبود شیر را از سلسله ** نیست ما را از قضای حق گله‌‌ 3160
  • Aslanın zincire vurulması ayıp değildir. Bizim Tanrı’nın kaza ve kaderinden şikâyetimiz yok.
  • شیر را بر گردن ار زنجیر بود ** بر همه زنجیر سازان میر بود
  • Aslan, boynunda zincir bulunmakla beraber bütün zincir yapanlara beydir” dedi.
  • گفت چون بودی ز زندان و ز چاه ** گفت همچون در محاق و کاست ماه‌‌
  • Dostu Yusuf’a “Zindanda ve kuyuda ne haldeydin?” dedi. Yusuf cevap verdi: “Ay, bedir halinden çıkar ve eski ay haline gelir ya... işte öyle.”
  • در محاق ار ماه نو گردد دو تا ** نی در آخر بدر گردد بر سما
  • Eski ay görünmez, sonra hilâl olur da iki büklüm bir halde görünür. Fakat sonunda yine gökte bedir haline gelmez mi?
  • گر چه دردانه به هاون کوفتند ** نور چشم و دل شد و بیند بلند
  • İnci tanesini havanda döverler ama kadri yine yücedir, ya ilâç olarak göze çekilir, yahut macun haline getirilir, kalp ferahlığı için yenir.
  • گندمی را زیر خاک انداختند ** پس ز خاکش خوشه‌‌ها بر ساختند 3165
  • Buğdayı toprak altına attılar ama sonradan topraktan başaklar çıktı.
  • بار دیگر کوفتندش ز آسیا ** قیمتش افزود و نان شد جان فزا
  • Ondan sonra değirmende öğüttüler, değeri arttı, cana can katan gıda oldu.
  • باز نان را زیر دندان کوفتند ** گشت عقل و جان و فهم هوشمند
  • Sonra ekmeği bir kere daha diş altında ezdiler; akıllı kişiye akıl ve idrâk oldu.
  • باز آن جان چون که محو عشق گشت ** يعجب الزراع آمد بعد کشت‌‌
  • Daha sonra da o can, aşkta mahvoldu da Hak yolunda ekildikten sonra mahsûl verdi, ekincileri hayrete düşürdü.
  • این سخن پایان ندارد باز گرد ** تا که با یوسف چه گفت آن نیک مرد
  • Bu sözün sonu gelmez. Sen, o iyi adamın Yusuf’a ne dediğini anlatmaya başla.
  • بعد قصه گفتنش گفت ای فلان ** هین چه آوردی تو ما را ارمغان‌‌ 3170
  • Yusuf, başından geçenleri anlattıktan sonra “ Eh...bize ne armağan getirdin, bakalım?” dedi.
  • بر در یاران تهی دست ای فتی ** هست چون بی‌‌گندمی در آسیا
  • Ey ulu kişi! Dostları görmeye eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer.
  • حق تعالی خلق را گوید به حشر ** ارمغان کو از برای روز نشر
  • Ulu Tanrı bile mahşer günü, halka “ Kıyamet günü için armağanın nerede;
  • جئتمونا و فرادی بی‌‌نوا ** هم بدان سان که خلقناکم کذا
  • Bize yapayalnız, azıksız, âdeta sizi yarattığımız gibi geldiniz.
  • هین چه آوردید دست آویز را ** ارمغانی روز رستاخیز را
  • Kendinize gelin! Kıyamet günü için ne hediyeniz var, ne getirdiniz?
  • یا امید باز گشتنتان نبود ** وعده‌‌ی امروز باطلتان نمود 3175
  • Yoksa tekrar dönüp geleceğinizi ummuyor muydunuz, size bugünün vâdesi bâtıl mı göründü ki? der.
  • وعده‌‌ی مهمانی‌‌اش را منکری ** پس ز مطبخ خاک و خاکستر بری‌‌
  • Ona konuk olacağımızı inkâr ediyorsan bu mutfaktan ancak toprak ve kül alabilirsin.
  • ور نه‌‌ای منکر چنین دست تهی ** در در آن دوست چون پا می‌‌نهی‌‌
  • İnkâr etmiyorsan niçin böyle elin boş. O sevgilinin kapısına böyle nasıl ayak atacaksın?
  • اندکی صرفه بکن از خواب و خور ** ارمغان بهر ملاقاتش ببر
  • Yemeyi, uyumayı biraz azalt da onunla görüşmek için bir armağan götür.
  • شو قلیل النوم مما یهجعون ** باش در اسحار از یستغفرون‌‌
  • Geceleri az uyuyanlardan seher çağlarında istiğfar edenlerden ol.
  • اندکی جنبش بکن همچون جنین ** تا ببخشندت حواس نور بین‌‌ 3180
  • Sen de rahimdeki çocuk gibi az oyna da sana da nurları gören duygular bağışlasınlar.
  • وز جهان چون رحم بیرون روی ** از زمین در عرصه‌‌ی واسع شوی‌‌
  • Rahim gibi olan dünyadan çıkınca yeryüzünden daha geniş bir sahaya dalacaksın.
  • آن که ارض الله واسع گفته‌‌اند ** عرصه‌‌ای دان کانبیا در رفته‌‌اند
  • “ Tanrı yeri geniştir” derler ya; o geniş yer, bil peygamberlerin gidip daldıkları sahadır.
  • دل نگردد تنگ ز آن عرصه‌‌ی فراخ ** نخل تر آن جا نگردد خشک شاخ‌‌
  • O geniş sahada gönül daralmaz; yaş ağaç, orada kuru dal haline gelmez.
  • حاملی تو مر حواست را کنون ** کند و مانده می‌‌شوی و سر نگون‌‌
  • Şimdi duygular, sen de. Fakat bir gün yorgun, bitkin, baş aşağı bir hale geleceksin.
  • چون که محمولی نه حامل وقت خواب ** ماندگی رفت و شدی بی‌‌رنج و تاب‌‌ 3185
  • Uykuda duygularını taşımazsın, duygular seni taşır. Bu yorgunluk, bitkinlik gider, eziyetten, sıkıntıdan kurtulursun.
  • چاشنیی دان تو حال خواب را ** پیش محمولی حال اولیا
  • Sen uyku halini, velîlerin uyanıkken de duygularını taşımamaları halinde bir çeşni bil.
  • اولیا اصحاب کهفند ای عنود ** در قیام و در تقلب هم رقود
  • Be inatçı; velîler, Eshab-ı Kehf’dir. Ayakta olsalar da, yürüyüp gezseler de uykudadırlar.
  • می‌‌کشدشان بی‌‌تکلف در فعال ** بی‌‌خبر ذات الیمین ذات الشمال‌‌
  • Tanrı, onları, kendilerinin haberi olmadan işletir; sağa sola çevirir.
  • چیست آن ذات الیمین فعل حسن ** چیست آن ذات الشمال اشغال تن‌‌
  • O sağa çevrilme nedir? İyi iş. Ya sola çevrilme? O da bedene, varlığa ait işler.
  • می‌‌رود این هر دو کار از انبیا ** بی‌‌خبر زین هر دو ایشان چون صدا 3190
  • Bu iki hal de peygamberlerden, dağdan ses gelir gibi zuhur eder. Onların, her ikisinden de haberleri yoktur.
  • گر صدایت بشنواند خیر و شر ** ذات کوه از هر دو باشد بی‌‌خبر
  • Dağ, hayır olsun, şer olsun... Senin sesini sana verir, duyurur. Fakat ikisinden de bihaberdir.
  • گفتن مهمان یوسف علیه السلام را که آینه آوردمت ارمغان تا هر باری که در وی نگری روی خوب خود بینی مرا یاد کنی‌‌
  • Konuğun, Yusuf-u Sıddıyk’a “Sana armağan olarak ayna getirdim. Ona her baktıkça güzel yüzünü görür beni hatırlarsın” demesi
  • گفت یوسف هین بیاور ارمغان ** او ز شرم این تقاضا زد فغان‌‌
  • Yusuf “Hadi, armağanını çıkar” deyince konuk, bu istekten utanıp âdeta figan ederek.
  • گفت من چند ارمغان جستم ترا ** ارمغانی در نظر نامد مرا
  • ”Sana getirmek için ne kadar armağan aradıysam hiçbir şeyi beğenmedim, lâyık görmedim.
  • حبه‌‌ای را جانب کان چون برم ** قطره‌‌ای را سوی عمان چون برم‌‌
  • Bir habbeyi alıp da madene, bir katrayı alıp da ummana nasıl götürebilirim?
  • زیره را من سوی کرمان آورم ** گر به پیش تو دل و جان آورم‌‌ 3195
  • Sana gönül ve can bile getirsem Kirman’a kimyon götürmüş sayılırım.
  • نیست تخمی کاندر این انبار نیست ** غیر حسن تو که آن را یار نیست‌‌
  • Senin, misli olmayan güzelliğinden başka bir tohum yoktur ki bu ambarda olmasın.
  • لایق آن دیدم که من آیینه‌‌ای ** پیش تو آرم چو نور سینه‌‌ای‌‌
  • Sana gönül nuru gibi bir ayna getirmeyi lâyık gördüm.
  • تا ببینی روی خوب خود در آن ** ای تو چون خورشید شمع آسمان‌‌
  • Ey güneş gibi gökyüzünün ışığı olan güzel! Ona baktıkça kendi güzel yüzünü görürsün.