- Söyle de senin lütuf ve ihsan bağına dikilmiş bir fidan olan o zatın ayaklarına toprak olayım.
- تا شوم من خاک پای آن کسی ** که به باغ لطف تستش مغرسی
- Mustafa, arşın Hilâl’i nerede? Tevazuundan ay ışığı gibi yerlere döşenen.
- پس بگفتش کان هلال عرش کو ** همچو مهتاب از تواضع فرش کو
- Kullukta gizlenen padişah, o sırları duymak için dünyaya gelmiş er nerede?
- آن شهی در بندگی پنهان شده ** بهر جاسوسی به دنیا آمده
- O bizim kulumuz, seyisimiz deme. Şunu bil ki define yıkık yerlerdedir.
- تو مگو کو بنده و آخرجی ماست ** این بدان که گنج در ویرانههاست
- Binlerce dolunay, ayaklarının altına döşenmiş olan Hilâl, hastalıkla ne âlemde acaba? dedi. 1170
- ای عجب چونست از سقم آن هلال ** که هزاران بدر هستش پایمال
- Bey; hastalığından haberim yok ama dedi, birkaç gündür yanıma gelmedi.
- گفت از رنجش مرا آگاه نیست ** لیک روزی چند بر درگاه نیست
- O, atlarla katırlarla düşer kalkar, seyis olduğu için şu ahırda yatar.
- صحبت او با ستور و استرست ** سایس است و منزلش این آخرست
- Mustafa aleyhisselâm’ın, Hilâl’e geçmiş olsun demek için o beyin ahırına girmesi ve –Allah razı olsun—Hilâl’e iltifatta bulunması.
- در آمدن مصطفی علیهالسلام از بهر عیادت هلال در ستورگاه آن امیر و نواختن مصطفی هلال را رضی الله عنه
- Peygamber, Hilâl’i görmek üzere ahıra girdi araştırmaya başladı.
- رفت پیغامبر به رغبت بهر او ** اندر آخر وآمد اندر جست و جو
- Ahır karanlık, pis ve berbattı. Fakat ülfet zamanı gelip çatınca bu kötülüklerin hepsi ortadan kalktı.
- بود آخر مظلم و زشت و پلید ** وین همه برخاست چون الفت رسید
- O erkek aslan, Yusuf’un kokusunu alan Yakup gibi Peygamberin kokusunu aldı. 1175
- بوی پیغامبر ببرد آن شیر نر ** همچنانک بوی یوسف را پدر