- Onun rutubeti can bahçelerini besler, yetiştirir. Soluğu gamdan ölmüş kişiyi diriltir.
- پرورش مر باغ جانها را نمش ** زنده کرده مردهی غم را دمش
- Yalnız aşağılık cihan saltanatını vermez, yüz binlerce çeşit çeşit saltanatlar bağışlar.
- نه همه ملک جهان دون دهد ** صد هزاران ملک گوناگون دهد
- Tanrı, Yusuf’a güzellik saltanatını bağışlamakla beraber bir de ders vermeden, meşk etmeden rüya yorma saltanatını bağışlamıştı.
- بر سر ملک جمالش داد حق ** ملکت تعبیر بیدرس و سبق
- Güzelliği onu zindana çekti, bilgisi de Zuhal yıldızına dek yüceltti onu.
- ملکت حسنش سوی زندان کشید ** ملکت علمش سوی کیوان کشید
- Bu bilgi ve hüner yüzünden padişah, ona kul oldu. Bilgi padişahlığı, güzellik saltanatından da üstün oldu ve takdir edildi. 3105
- شه غلام او شد از علم و هنر ** ملک علم از ملک حسن استودهتر
- Borçlu adamın, o muhtesibin yardımını umarak Tebriz’e gelmesi
- رجوع کردن به حکایت آن شخص وام کرده و آمدن او به امید عنایت آن محتسب سوی تبریز
- O dertlere uğramış garip de borç korkusu ile yola düştü, o esenlik yurduna hareket etti.
- آن غریب ممتحن از بیم وام ** در ره آمد سوی آن دارالسلام
- Tebriz’e gül bahçelerinin yurduna yöneldi. Ve gül bahçesinde sırt üstü yatarak ümit uykusuna dalmıştı.
- شد سوی تبریز و کوی گلستان ** خفته اومیدش فراز گل ستان
- Şimdi, yüce Tebriz ülkesinden, o saltanat yurdundan parlayıp aydınlanmakta, nura nur katmaktaydı.
- زد ز دارالملک تبریز سنی ** بر امیدش روشنی بر روشنی
- O erlerin oturduğu bahçeyi görünce canı gülüyor Yusuf’un kokusunu alıyor, vuslat Mısrını duyuyordu.
- جانش خندان شد از آن روضهی رجال ** از نسیم یوسف و مصر وصال
- Dedi ki: Ey deveyi süren, devemi ıhlat, bana yardım geldi, yoksulluğun uçup gitti. 3110
- گفت یا حادی انخ لی ناقتی ** جاء اسعادی و طارت فاقتی